II. Abdülhamid'in projeleri ve icraatları
Osmanlı İmparatorluğu'nun modernleşmesine yönelik çabalar II. Abdülhamid döneminde de devam etmiştir. Bürokraside yapılan reformların yanı sıra Bağdat Demiryolu ve Hicaz Demiryolu'nun inşası gibi projeler bu dönemde yapılmıştır. Ordu ve donanmaII. Abdülhamid özellikle babasının ve kendinden önceki Osmanlı Padişahlarının takip ettiği Osmanlı'nın Çanakkale'deki tabyalarını ve savunma birliklerini güçlendirme politikasını aynen takip etmiş ve mevcut tabyaları elden geçirtirme yanında, yeni ek tabyalar inşa ettirmiştir. Bu güçlendirme faaliyeti I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale zaferinin kazanılmasındaki etkenlerden biri olmuştur. Ertuğrul, Orhaniye, Rumeli ve Anadolu Hamidiye tabyaları onun tarafından inşa ettirildi. Sultan Abdülmecid döneminde yaptırılan Bolayır Yıldız, Bolayır Merkez, Bolayır Ay, Anadolu Mecidiye, Nara, Değirmenburnu, Namazgah, Bozcaada Tabyaları; IV. Mehmed ve Köprülü Mehmed Paşa döneminde yaptırılan Seddülbahir ve Kumkale; Fatih Sultan Mehmed döneminde yaptırılan Kale-i Sultaniye; II. Abdülhamid döneminde elden geçirildi ve yeniletildi.[1][2][3] 1878'de Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisiyle sonuçlanan 93 Harbi'nden sonra, Kıbrıs ve Mısır'ın İngilizler, Tunus'un Fransızlar tarafından işgali, Habeş vilayetlerinin elden çıkması akabinde Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı ordusunun modernleşmesi ve ekonomik askeri iş birliği için İngiltere ve Fransa yerine Almanya'ya karar verdi.[4] İlk olarak Albay Otto Köhler (Kahler) başkanlığında bir subaylar kurulu İstanbul'a geldi. Sonrasında 1885 yılında Köhler'in ölümü üzerine İstanbul'a gelen - esasında Alman Genel Kurmayında sevilmeyip buraya gelmeyi tercih eden -Müşir rütbesi verilecek olan bu dönemin, Türk askeri eğitim tarihinin önemli kişilerinden biri olacak Baron Von der Goltz'un başkanlığını yapacağı Alman askerî subay kurulu İstanbul'da faaliyetine devam etti.[5] Von der Goltz, Türk generallerinin günümüze kadar dayanan, herkesten daha çağdaş yöntemlerle eğitilmiş olma ve en yeni askerî teknolojileri takip etme bilincinin temel taşını meydana getirdi. Askerî okullarda köklü düzeltmeler gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için ön koşulları saptadı. Goltz özellikle genç subayların eğitiminde etkin rol oynadı. Ancak Goltz'un çalışması da önemli engellerle karşılaştı. Yabancı bir uzmana ne kadar yüksek rütbe ve unvanlar verilse de güven tam değildi. Kendisi de görevlendirildiği Almanya'ya gününü gününe Osmanlı ve Sultan'ın durumunu bir casus gibi haber vermekteydi. Yine Von der Goltz tarafından II. Abdülhamid, ordu üzerinde yeterli reformları yaptırmadığı ve önerileri dinlemeyip rafa kaldırdığı ifade edilip ağır şekilde eleştirilmiştir.[6] Ayrıca görev süresi boyunca Von Goltz ile 2.Abdülhamid arasında bazı gerginliklerde yaşanmıştır. [a] Öte yandan Von der Goltz ve bu subaylar, Osmanlı ordusunu geliştirmekten çok Alman silah sanayi ve acentelerinin temsilcisi olmakla[8] ve Türk Silah Sanayisinin gelişmesini engellemekle suçlandılar.[8] Fakat tüm bunlara rağmen Von Goltz, Osmanlı tarafından Kahler'den ve gelen diğer Alman subaylardan daha fazla sevilip sayıldı. Öyle ki Türkiye'den ayrılana kadar (1895) tam 3 kere kontratı Osmanlı'nın istemi üzerine yenilendi. Türkiye'den ayrılsa da 1908'de geri çağrıldı.[9] Goltz 10 yılı aşan ilk çalışma döneminde, Harbiye Mektebinde ders kitabı olarak okunmak üzere, 4000 sayfadan fazla Türkçe broşür ve ders kitabı yayınladı. Özellikle eğitim gören genç subaylar ve subay adaylarını etkilemeyi bildiğinden, bu gruplarda da Alman hayranlığı yarattı. Ancak Von Goltz'un Prusya Anayasası'nın bir diğer temeli olan askerlerin sivil siyasete karışmama ilkesini aşılamakta başarılı olamadığı, Bâb-ı Âli Baskını ile ortaya çıktı.[10] Yine ordunun von der Goltz tarafından yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar, İngiliz silahları yerine, Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişlerini 1885-1886 yıllarında verdiler.[11] Von der Goltz, Almanya'nın ve Osmanlı Devleti'nin doğudaki erkini sağlama almak için Bağdat Demiryolu'nun yapılmasını da destekledi.[12] Bu fikir, yeni pazarlar bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen Alman ekonomisinin çıkarlarıyla da örtüşüyordu.[12] 1888 yılında Sultan II. Abdülhamid, Bağdat Demiryolu inşası lisansını Alman Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi.[12] Osmanlı ordusunun çağdaş silâhlar kullanmaya başlaması ve Alman düzeni 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda test edildi. Savaş Osmanlı lehine sonuçlandı. Fakat Osmanlı ordularının Atina'yı tekrar ele geçirmeleri Rus Çarı II. Nikolay'ın[13] ve İngiltere ile Fransa'nın araya girip Sultan II. Abdülhamid'in zaferini tebrik etmekle birlikte haber gönderip ateşkes yönünde baskı yapmaları sebebiyle gerçekleşemedi.[14][15] Bununla birlikte modern ve özverili bir askerlik sanatı anlayışının uygulanabilmesi subayların uygulama beceri ve arzularına bağlı olmasına karşın, II. Abdülhamid döneminde - hem nicelik ve nitelik hem de askerî hareketlilik bakımından diğer bölge ordularına göre subay kadroları daha iyi bir seviyede olan - Makedonya'daki İkinci ve Üçüncü Ordu subaylarının hatıratı incelendiğinde, kıtadaki Osmanlı subaylarının yeterli bir yetişmişlik seviyesinde olmadıkları, gerekli inisiyatifi alarak hareket edebilecek subay sayısının çok az olduğu, Osmanlı nizamiye ve redif birliklerinin talim ve terbiye durumunun büyük bir ihmal içinde olduğu, talimlerin çoğunlukla muharebenin icap ettirdiği şekillerden uzak kaldığı, subaylar tarafından askerlerin duygu ve düşüncelerine nüfuz edilemediği ve sonuç olarak Osmanlı ordusunun savaş döneminde etkin bir muharebe performansı sergileme imkânının zayıf bulunduğu ortaya çıktı.[16][17][18] Nitekim bu 2.Abdülhamid'in ordudaki sıkıntılı durumu giderememesinin sonuçları -II. Meşrutiyet devrinde ordunun muharebe performansını zayıflatan diğer siyasi ve askerî nedenlerin/olayların da dahliyle- 1912-13 Balkan Savaşları sırasında ortaya çıkmıştır.[16] ...Malumdur ki, Hükümeti sabıka (eski Hükümet) zamanında donanmamızı teşkil eden sefain haliçte lengerendaz (demir atıp) ve palamaz bendi atalet olup (hareketsiz kalıp), ateş talimi ve manevra icrasından sarfı nazar, teşebbüsü bile ceraimi azimeden (suçtan) mâdûd (yasak) oluyordu. Haliçte donanmamızı teşkil eden sefalinin âdâd (kol) ve ecnası (türleri) görülüyordu. Fakat mürettebatı tarafından talim ve taaieüm (manevra) icra edilmiyor. Muhafazalarına ve tathirat (temizliğine) ve telvinâtına (boyasına) olsun bakılmıyarak pastan çürütüyorlardı. Devairi merkeziyei Devletten (Merkezi devlet dairesinden/hizmetinden) bütün bütün mühmel (mahrum) bırakılmış bir idare varsa, o da Bahriye İdaresi idi. Şu halde bulunan donanma zâbıtanının malumatı, nazariyeden (teorik bilgiden) ibaret kalıp, tatbikat ve ameliyat müşahadesi (uygulama pratiği) ve talim ve taaliüm ile muktesebatı nazariyelerini (bilgilerini) tevzi ve kavaidi tecribiyyede meleke ve rüsuh peyda edememesi (hayata geçirememesi) tabiidir...
31 Mart Olayı'nın hemen öncesinde II. Meşrutiyet dönemi II. Abdülhamid tahta iken 27 Mart 1909'te Mecliste okunan Bahriye Encümeni mazbatası[19] II. Abdülhamid döneminde kara ordusundaki yenilikçi yaklaşımlar donanma için geçerli olmadı. Borçların artmaması, genel durum, bir kısım tarihçilere göre II. Abdülhamid'in amcası Abdülaziz'in tahttan alınması esnasında Osmanlı Deniz Kuvvetlerinin personelinin de önemli rol oynamasından kaynaklanan kuruntular[20][21] ve kötüleşen mali durum ile (çünkü gemiler hep borçlarla alınıyordu) Osmanlı donanmasının gücü azaldı. Dahası donanma Haliç'te adeta çürütüldü. Yeni gemiler doğru düzgün alınmayınca da Osmanlı donanması sayı bakımından dünyanın üçüncü büyük donanması konumundan[22] iyice gerilere düştü.[20][22] Donanmaya bazı eklemeler yapılmakla birlikte, yapılan eklemelerdeki hatalar ve bakımsızlıkla bir işe yaramadı. Örneğin Hamidiye kruvazörü gibi az sayıda gemi İngiliz veya Alman tersanelerinde üretilip, Osmanlı donanmasına katılmıştır, ancak buna rağmen donanmaya yapılan yatırım ve askerlerin eğitim ile talimleri, gemilerin bakımı son derece yetersizdir. Ayrıca İsveçli silah fabrikatörü Thorsten Wilhelm Nordenfelt buhar gücüyle çalışan Nordenfelt serisi denizaltıları 1884-85'te Stockholm'de üretildi. Nordenfelt 1 denizaltısının Yunanistan donanması tarafından satın alınmasının ardından, II. Abdülhamid karşı bir atağa geçti. Nordenfelt 2 (Abdülhamid) ve Nordenfelt 3 (Abdülmecid) Osmanlı donanmasına II. Abdülhamid tarafından satın alınarak Osmanlı donanmasına dahil edildi. Bu dönemde Dünya'da ilk defa Osmanlı tarafından denenen Abdülhamid ve Abdülmecid zırhlı denizaltıları denemelerde başarılı oldu.Fakat bakımsızlık ve teknolojik yenilemelerinin düzenli yapılamamasından bu denizaltılar 1905 sonrası kullanılamadı ve çürümeye terk edildi.[23][24] Sonrasında da Osmanlı Devleti denizaltı yarışına I. Dünya Savaşı'nda elinde tek bir denizaltı olmadan devam etti.[25][26][27] Sonuç olarak bozuk ve kötü durumdaki donanma 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda bir varlık gösterememiştir.[28] Neticede II.Abdülhamid'in kendi padişahlık döneminde dahi bu donanma eksikliklerinden ve ihmalinden yararlanan yabancı devletler, Osmanlı İmparatorluğu'na donanma gönderip, çeşitli yerlere asker çıkarıp, şartlarını zorla kabul ettirerek Osmanlı'ya karşı aşağıdaki örneklerde olduğu gibi gambot diplomasisini uyguladılar:
Bunun yanında II. Abdülhamid'in donanmayı ihmali, gemi sayısının ve niteliğinin yetersizliği kendisinin tahtan indirilmesi sonrasında Trablusgarp Savaşı'nda İtalya donanması ile başa çıkılamaması ve I. Balkan Savaşı'nda pek çok Ege adasının kaybedilmesine de zemin hazırlamıştır.[20] Bütün bunlara karşın, Osmanlı topraklarında ilk deniz müzesi de II. Abdülhamid döneminde açılmıştır. (1897).[29] Yine 1867'de Sultan Abdülaziz döneminde kurulan Bahriye Nezâreti akabinde, II.Abdülhamid dönemine Osmanlı'da en uzun süre bahriye nâzırlığı yapan ama ağır şekilde eleştirilen Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa damgasını vurmuştur.[20][30][31] Kitap koleksiyonu, kütüphanecilik ve müzecilik alanındaki faaliyetleriAbdülhamid, matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Osmanlı'ya getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı'nı bastırıp bazı nüshalarını Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı'na, Almanya'ya ve Amerika'ya gönderten Abdülhamid, dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı. Abdülhamid'in iki ila beş bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı ve bunların birçoğu Yıldız Yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock Holmes'un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcaya tercüme ettirdi.[32] Sherkock Holmes'un yazarı Sir Arthur Conan Doyle'u ise 1907'de ikinci dereceden Mecidiye Nişanı ile ödüllendirdi.[33][34] Abdülhamid, Yıldız Sarayı'nda çok büyük bir kütüphane kurdu. Bu kütüphane dört bölümden meydana geliyordu.[35][36][37] Bunlar arasında yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler vardı.[38] Bu eserlerin içerisinde el yazması pek çok kitap olup özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödendi. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı ve tek nüsha idiler.[38] Gazeteler konusunda kütüphane, Avrupa'da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi.[38] Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu.[38] Roman ve hikâyeler bakımından 6.000 kadar kitap özel olarak saray için tercüme edilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri bulunduran bir kısmı vardı.[38][39] Fakat bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi. Coğrafya ve seyahatnameler konusunda Yıldız Sarayı'na kapanmış bir hayat süren Abdülhamid'in dünyayı bu eserler sayesinde tanıdığı ve takip ettiği söylenir.[33][38] Sadece Yıldız Sarayı değil, İstanbul ve Şam'da bir umumi kütüphane kurma fikri de onun zamanında ortaya konuldu. Yine bu dönemde Balıkesir, Eskişehir, Manastır ve Bursa başta olmak üzere İmparatorluk'un dört bir yanında II. Abdülhamid tarafından çeşitli kütüphaneler tesis edildi.[37] Müze-i Hümayun (Eski Eserler Müzesi), Askeri Müze, Bayezid Kütüphane-i Umumisi (Beyazıt Devlet Kütüphanesi) kendi döneminde kuruldu.[40] Arkeolojik alanda Eski Eserler Müzesine (Müze-i Hümayun) müdür olarak ilk defa bir Türk - Osman Hamdi Bey - onun zamanında seçildi. Osman Hamdi Bey, II. Abdülhamid'e danışmanlık etti ve Nemrut Dağı, Lagina, Mirina ve Kyme gibi Anadolu'nun çeşitli yerlerinde arkeolojik sit alanlarında çeşitli kazılar yaptı.[41] Diğer yandan Osmanlı topraklarından Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz dönemindeki gibi Abdülhamid döneminde de yurt dışına kaçırılan tarihî eser olayları hız kesmeden devam etti.[42] İçlerinde Milet Pazar Yeri Kapısı, Milet Trajan Tapınağı, Milet Mermer Anıtı, Magnesia Zeus Tapınağı elemanları, Asarhaddon Anıtı, İştar Kapısı, Myrina Heykelcikleri, Zincirli Höyük kazılarındaki Hitit kabartmaları gibi Hitit, Yunan-Roma dönemi eserleri II. Abdülhamid'in bizzat fermanıyla veya izniyle arkeoloji çalışması için antik kentlerde kazı yapan Almanlara, Fransızlara verildi. Aynı şekilde Beyhekim Camii çini mihrabı, Hacı İbrahim Veli Türbesi sandukası gibi Türk-İslam eserleri onarım vs. bahanelerle bizzat II. Abdülhamid'in izni ile Almanya'ya götürüldü, geri alınamadı ve günümüzde Pergamon Müzesinde sergilenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, Abdülmecid ve Abdülaziz devrinde olduğu gibi II. Abdülhamid döneminde de elden çıkan bu eserleri alabilmek için bir asırdan uzun zamandır hukuk mücadelesi vermektedir.[42][43][44] Eğitimİlk kız okulları Abdülmecid zamanında açıldı, ancak II. Abdülhamid'in bunları yaygınlaştırıp kızların da eğitim almasına çalıştığı söylenebilir.[45] İlk kız sanat okulu olan günümüzde ise kız-erkek karma eğitimin yapıldığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adını alan İnas Sanayi-i Nefise Mektebi II. Abdülhamid zamanında kurulup açıldı.[46] Bilgili bir kişi olan Abdüllatif Suphi Paşa'nın ilk defa bir kız sanat okulu açma girişiminde kararsız kalması ve titizlenmesi üzerine Abdülhamid, "Sen mektebi aç, ben arkandayım" diyerek açıktan destek verdi ve çevresini her zaman kızların okuması için ilk adımları atmaya özendirdi. Osmanlı tarihinin en canlı eğitim atılımı Abdülhamid dönemine rastlar. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüşdiye sayısı, 1909'da 900'e, altı olan idadi sayısı 109'a çıktı. 1877'de İstanbul'da sadece 200 modern ilkokul varken 1905'te 9.000'e çıktı. Eğitim kurumlarının müfredatları da elden geldiğince II. Abdülhamid döneminde elden geçirilip güncellenmeye çalışıldı.[45] Bunun yanında II. Abdülhamid şehzadeliğinden beri ekonomi ile ilgiliydi ve bu ilgisi saltanatında da sürdü. Mekteb-i Mülkiye'de iktisat derslerinin programını bizzat kendisi belirliyordu. Osmanlı'da liberalizmin öncüleri; Sakızlı Ohannes Paşa'nın "İlm-i Servet" ve idadilerde okutulan Mehmet Cavid'in "İlm-i İktisat"ı favori kitaplarıydı.[47] Ama bununla da yetinmeyip bir ticaret okulu kurdu. 1883 yılında II. Abdülhamid tarafından Avrupa'nın en önemli ticaret okullarından bile daha önce kurulmuş olan Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi Osmanlı'nın gerçek manada ilk ticaret mektebidir.[48] Bu kurum sonrasında İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi adını alarak faaliyetini sürdürdü ve günümüzdeki Marmara Üniversitesinin temelini oluşturdu. Okulun başlıca amacı ticaretin gelişmesi ve Müslümanların ticari hayatta söz sahibi olmasıydı.[48] Ancak II. Abdülhamid'in düşünceleri bu şekilde olsa da hayata geçirmek için seçtiği yollar, Osmanlı'nın gerçeklikleri ile o dönemde bağdaşmayan temeli olmayan liberalist yaklaşımları, kötü mali durumdan kaynaklı oluşan koşullar nedeniyle buna tam elverişli olamadı. Türklerin gerçek manada ticaret, sanayi hayatına etkili şekilde girişleri ancak Cumhuriyet döneminde gerçekleşti. Bununla birlikte bu okulun hemen ardında Selanik, Beyrut, İzmir'de de hem devlet eliyle hem de Müslüman müteşebbislerce (İzmir ve Selanik'te) benzer okullar açıldı.[48] Kürt, Arap ve Arnavut aşiretlerin ve liderlerin 12-16 yaş arası çocukların eğitildiği parasız ve yatılı Aşiret Mektebi 1892'de II. Abdülhamid tarafından açıldı. Önceleri 2 yıl olan eğitim, 5 yıla çıkarıldı. Son derece iyi, başarılı ve seçkin bir eğitim verse de Şubat 1907'de öğrencilerin yemeklere isyanı bahane gösterilerek kapatıldı. Asıl kapanma nedeni ise II. Abdülhamid karşıtı düşüncelerin yanında öğrencilerin içinde de Osmanlı toplumunun o dönemde yaşadığı politik toplumsal kavgaların yaygınlaşmasıdır.[49] Osmanlı'da Abdülaziz'in son zamanına kadar daha önce iki defa modern anlamda bir üniversite kurulmaya çalışıldı ancak başarısız olundu. Sultan Abdülaziz üçüncü bir girişimde bulundu ve Galatasaray Mektebi Sultanisi'nin bir üstü niteliğinde üniversite olarak Darülfünun-ı Sultânisi'ni dönemin Maarif Müdürü Saffet Paşa'ya bütçeye çok yük olmaması kayıtlı kurdurdu. Ancak daha önceki ilk iki teşebbüste olduğu gibi burada da Darülfünun'un malî kaynakları sağlam bir zemine oturtulmadı. Darülfünun daha çok talebe harçları, vakıfların ve devletin belli ölçüdeki yardımlarına bağımlı kaldı, ayrıca bir kısım Cemaleddin Efgani gibi öğretim görevlilerinin infial yaratan konuşmaları, muhafazakar çevrelerle sürtüşmeler, devletin belli faaliyetlerde onayının alınamaması Darülfünun denemelerinin başarısızlığına yol açan diğer en büyük sebepler oldu. Dârülfünûn-ı Sultânî de benzer nedenlerle başarısız oldu. Çünkü, giderler daha çok Galata Sarayı Mekteb-i Sultânîsi'nin gelirlerinden karşılanmaya çalışılmıştı. İlk yıllarda Mekteb-i Sultânî'de buranın müdürü Ali Suavi'ye göre tam ücret ödeyerek okuyan öğrenci sayısının fazla olması müessesenin harcamalarını karşılamaya yeterken, sonrasında gayrimüslimlerin büyük çoğunluğunun burslu olarak okuması sebebiyle müessesenin gelirleri çok azaldımış ve artan maliyetlerle Dârülfünûn-ı Sultânî de devlete bağımlı olmak zorunda kalmıştır. Müslümanların okuması mali sorunlar vs. etkenlerden dolayı zordu. Kısa bir süre sonra II. Abdülhamid bu sebeplerden ötürü 1877'de önce tasarruf gerekçeleri ve fen kısmına öğrenci bulma sorunu nedeniyle hukuk ve mühendislik şubesi; son olarak 1880-81 yılında edebiyat bölümünü kapatarak Dârülfünûn-ı Sultânî'yi sona erdirdi.[50][51] II. Abdülhamid, kendi kontrolünde olan ve Müslüman talebeler aleyhindeki eşitsizliği ortadan kaldırmak üzere ilgili bakanlıklarla organik bir bağ oluşturan, birbirinden bağımsız yüksek mektepler açma yoluna gitti. Böylece Osmanlı hukuk ve mühendislik öğretimi 20. yüzyılın başına kadar Mekteb-i Hukuk ve Mekteb-i Mülkiyye ile Mühendis Mektebi'nde bağımsız olarak devam etti. Ancak 1900'de II. Abdülhamid yeniden yapılandırma ile modern anlamda ve bu sefer kalıcı olacak şekilde Darülfünun-ı Şahane adıyla üniversiteyi tekrar açtı ki burası İstanbul Üniversitesinin esas temelini oluşturur. Burası kuruluşunda hukuk, tıbbiye, felsefe (edebiyat), fen bilimleri (matematik ve mühendislik) ve ilahiyat olmak üzere beş fakülteyi bünyesinde barındırmaktaydı. Bununla birlikte üniversitenin o dönem için bir özerkliği bulunmayıp, doğrudan Maarif Nezareti ve II. Abdülhamid'e bağlı tıpkı bir ortaöğretim kurumu gibi idari yapısı vardı.[50][51] Adalet alanında Abdülaziz döneminde 1874 yılında kurulan ve hukuk fakültesinin esasını oluşturan Mekteb-i Hukuk-i Sultani II. Abdülhamid döneminde 1878'de kapatıldı ve yerine kurulan Mekteb-i Hukuk 17 Haziran 1880'de Adliye Nezareti bahçesinde faaliyete geçti. 1 Eylül 1900 yılında açılan Darülfünun-ı Şahane'nin bünyesinde bir hukuk fakültesi haline getirildi. Günümüzde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi olarak bilinmektedir.[52] Nizami ceza mahkemelerine ilişkin Fransız Ceza Muhakemesi Kanunu'ndan uyarlanan Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu 25 Haziran 1879 tarihinde yürürlüğe kondu ve savcılık kurumu düzenlendi.[53] Abdülaziz döneminde hazırlanmaya başlanıp bitirilen Mecelle, II. Abdülhamid döneminde 1877'de yürürlüğe girdi. Fransız ve İtalyan mevzuatından özellikle 1807 tarihli Fransız Usul Kanunu'ndan yararlanılarak Usul-i Muhakeme-i Hukukiyye adlı Medeni Usul Yasası 21 Haziran 1879 tarihinde çıkarıldı.[53] Ancak Osmanlı hukukundaki şerri ve nizami mahkeme kargaşası devam etti ve bunun giderilmesi yönünde somut adım atılamadı. Yine Abdülhamid döneminde başlangıçta gayrimüslim ve yabancı avukatlarla Türkiye'nin ilk barosu olan İstanbul Barosu 1878'de kuruldu.[54] UlaşımII. Abdülhamid, ulaştırmaya önem vermeye çalışmıştı. Çünkü sürekli tehdit altında ve isyanların olduğu İmparatorluk'ta otoritesinin güçlenmesi için askerî birliklerin vaktinde hızla sevk ve idaresi kadar lojistiğin sevk ve idaresi de hayati bir önem kazanmıştı, yine ticaretin geliştirilmesi açısından da ulaştırma önemli bir gereklilikti. Kendisinin ulaştırmada yapmaya çalıştığı en büyük atılım demiryolları üzerine oldu. Büyük ölçüde gerçekleşen projelerinden birisi Şam ile Medine arasındaki Hicaz Demiryolu'dur. 1 Eylül 1900'de resmi törenle başlanıp, 1 Eylül 1908'de tamamlandı. Toplam 1300 km, yan hatları ile 1750 km ve sonradan 1908'de yapılan eklemelerle 1900 km uzunluğa erişti. Hac yolunu 50 günden 5 güne indirdiği söylenmektedir.[kimin tarafından?] Bu proje, Almanların finanse edip Haydarpaşa-Ankara arasında gerçekleştirdikleri Bağdat Demiryolu'nun aksine; Alman mühendis Meissner'in çizdiği projeye göre yapılmasına rağmen, İslâm âleminden toplanan bağışlarla finanse edilmeye çalışılmıştı, hatta II. Abdülhamid bile şahsen bağış yapmıştır.[55] Ancak bu hattın Medine-Mekke ve Mekke-Cidde hatları sonrasında yapılmak istense de bağımsızlık peşinde koşan 1908'de Mekke şerifi olarak atanan Şerif Hüseyin ve çevresindeki Arap şeyhleri sabotaj ve karşı koymalarla bunu engellemişlerdir. Engelleme nedenlerinin sebebi ise Osmanlı'nın bu hattı yalnızca Hac için değil, bu bölgelere kolayca asker sevk etme, toprakların güvenliğini asayişini sağlama amacıyla da yapmasıdır.[55] Nitekim I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı yenilgilerine karşı Osmanlı ordusu Medine çevresinde savaşın son vaktine kadar bu sayede direnebilmiştir.[56] Abdülhamid'in emri ile Osmanlı askerlerinin yolcularının rahatça sevki seyahati için 1903 yılında yapımına başlanan ancak bitirilemeyen diğer bir demiryolu hattı da Konya-Bağdat arasındaki demiryolu hattıdır. Selefi Sultan Abdülaziz, Türk devletinin Avrupa'daki topraklarına demiryolu hatları kurması için Alman mühendis Wilhelm Pressel'i görevlendirmişti. Bu Alman mühendis, 1869'dan 1871'e kadar Rumeli'de demiryolları inşa etmiş, sonrasında Anadolu'da kurulan ilk demiryolu hattı da yine bu mühendis tarafından 1869'da inşa edilen ve İstanbul'dan Konya'ya kadar uzanan Anadolu Demiryolu Hattı'dır. Sultan II. Abdülhamid, 1898'de ziyaretine gelen II. Wilhelm'e Abdülaziz döneminde yapılan bu hattın Bağdat'a kadar uzatılmasını ve imtiyaz hakkının Deutsche Bank adlı Alman bankasına verilmesini teklif etti. Alman İmparatoru bu teklifi kabul ederek Bağdat Demiryolu'nun hamisi oldu. Ancak demiryolunun güzergahında Toros ve Amanos Dağları'nın olması sorun teşkil ediyordu. Öte yandan ilk demiryolu projesinde İskenderun sahilden Belen Geçidi üzerinden Halep'e doğru sahilden kolayca demiryolunun geçirilmesi hedeflenmişti. Ancak yapımına başlandıktan hemen sonra demiryolunun sahilde düşman gemilerinin top atışlarının hedefi olabileceği olasılığı fark edilince güzergah değiştirildi. 8 km'ye varan bir demiryolu tüneli Amanoslardan yapılmak zorunda kaldı. I. Dünya Savaşı sonunda bile hem Konya hem Bağdat olmak üzere 2 yönlü ray inşası yapılıp neredeyse yan hatlarla birlikte 2000 km'ye yakın ray döşense de inşaat bitirilemedi ve Nasıriye-Samarra arasında 280 km'lik kısım tamamlanamadı. Bu 280 km'lik kısmı tamamlamak Osmanlı İmparatorluğu ortadan kalktıktan sonra 1940'da Irak hükûmetine ancak nasip olabilmiştir.[57] Sirkeci ve Haydarpaşa garları Abdülhamid'in yaptırdığı önemli binalardır. 1 Şubat 1888'de temeli atılan Sirkeci Garı, 3 Kasım 1890'da, Avrupa kentlerine yolculuk eden trenlerin durağı olarak hizmete açıldı. Haydarpaşa Garı 1872'de yapılmış olsa bile mevcut istasyon yetersiz kalmış bu sebeple yıkılıp yeni gar yapımına ise 30 Mayıs 1906'da başlanmış ve 19 Ağustos 1908'de hizmete girmiştir. Bu iki gar da Almanlar tarafından planlanıp yapıldı.[58][59] 1881'de 1780 km olan demir yolu uzunluğu 1907-1908 dönemine kadar 5883 km'yi bularak Abdülhamid'in hükümdarlığı boyunca üç misli bir artış gösterdi.[60] II. Abdülhamid zamanında bütün Anadolu'yu baştan başa dolaşacak bir kara yolu ağının projelendirilip uygulamaya geçirildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. Selefi Sultan Abdülaziz tarafından 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın kara yollarının yapımına katılması sağlanmıştı. Buna göre 16-60 yaş arası erkek nüfus ile her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanları senede dört gün yol inşaatında çalışacaktı. Bu sayede inşaatın hızla bitirilmesi sağlandı. Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubayazıt-İran kara yolu (1879) haricinde 12.000 kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat şosesi 1895 yılına kadar tamamlandı. Açılan yollar Samsun'a göçü başlattı ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi, Abdülhamid döneminde oldu.[61] Bursa için de durum böyledir. Hem şehir içi, hem de şehirler arası yollarla Bursa, yeniden bölgenin önemli bir karayolu kavşağı haline geldi. HaberleşmeOsmanlı'da modern posta hizmetleri tam anlamıyla II. Abdülhamid döneminde oluşturuldu[62] ve nezaret, 5 Kasım 1876'da çıkarılan Posta ve Telgraf İdare-i Umumiyyesinin Teşkilât-ı Cedidesine Dair Nizamnâme ile yeniden düzenlendi. Posta hizmetleri, özellikle II. Abdülhamid döneminde önemli ölçüde genişledi. Nitekim 1888'de bütün imparatorlukta taşınan mektup sayısı 11,5 milyon adet iken, 1904 yılında bu sayı 24,38 milyona yükseldi.[63][64] 30 Ağustos 1901'de postaların yerine daha hızlı ulaşabilmesi için demir yolları şirketiyle özel bir anlaşma yapıldı. II. Abdülhamid, devlet içinde etkili bir kontrol istemekteydi ve bu amaçla haberleşme önemli bir yer tutmaktaydı. Jurnalciliğe yol açan bazı olumsuzluklara karşın, telgraf bu yönde bir araç olarak II. Abdülhamid tarafından önrmli olarak görüldü. Döneminde İmparatorluk'un en ücra köşelerine kadar telgraf hatları döşendi ve başkent İstanbul, Ege Adaları, Trablusgarp ve hatta ulaşımı çok güç olan Fizan'a bağlandı. Telgrafın geliştiği bu dönemde Yıldız Sarayı'nda da bir telgrafhane (Yıldız Telgrafhanesi) açılarak bütün ülkenin, taşra yöneticilerinin ve halkın sarayla doğrudan bağlantısı kuruldu. 1882'de 23.380 km olan toplam kara hatları uzunluğu, 1904 yılında 49.716 km'ye ulaşırken, denizaltı hatları da 610'dan 621 km'ye çıktı. Aynı dönemde gönderilen telgraf sayısı 1.000.000'dan 3.000.000'a; elde edilen gelir miktarı da yaklaşık 39.000.000 kuruştan 89.000.000 kuruşa yükseldi.[63] Osmanlı hizmetindeki bir Fransız telgraf mühendisine göre, "Türkiye, yol ve demiryollarının gidemediği yerlere kadar telgraf hatlarını geren ilk ülke" idi.[64][65][66] Bununla birlikte bu telgrafhanelere adamlarını yerleştiren veya yandaş edinen İttihat ve Terakki Cemiyeti de şifreli telgraflaşmalarla ülke çapında haberleşebildi. II. Meşrutiyet'in ilanında da bu yönden telgraf hatları önemli yer tuttu. Yine bu telgraf hatları Kurtuluş Savaşı'nda insan ve cephane aktarımında Milli Mücadele Hükûmetine önemli hizmetlerde bulundu.[64] Telgraf hatları döşenmesine hız verilmesi yanında bu hatların her birinde hava bilgisel gözlemler yapılması için de talimat verildi. Böylece telgraf hatlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, hatların ulaştığı noktalardaki hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân dahiline girmiş, böylece bu çabalar Türkiye'deki çağdaş hava durumu raporlarının başlangıcını oluşturmuştur.[67] Telefon Avrupa'da kullanılmaya başlandığı tarihten (1876) sadece beş sene sonra, yani 1881'de İstanbul'a getirildi ve sınırlı da olsa kullanıma sunuldu. 1881 yılında Soğukçeşme'deki telgrafhane binasıyla Yeni Cami'deki eski ahşap postane binası arasında çekilen ve dört telefonun bağlı olduğu hat, Osmanlı'daki ilk telefon hattı olarak bilinmektedir. Yine aynı tarihte, Galata Postanesi ile Yeni Cami Postanesi; Osmanlı Bankasının Galata'daki merkeziyle Yeni Cami şubesi ve Galata Liman İdaresiyle Kilyos Tahlisiye (Kurtarma) Servisi arasında tek telli telefon hatları çekildi. Ancak, Galata-Kilyos hariç, diğer telefon hatları 1886'da kaldırıldığı gibi, genel telefon kullanımı da yasaklandı. Tahttan indirilme ve darbe korkusu yaşayan II. Abdülhamid, "gizli kapaklı işler görülmesine müsait bir icat" olduğu gerekçesiyle telefonu yasakladı ve 1892'den itibaren yasağı iyice sıkılaştırdı. Hatta telefon işletilmesi ve kullanılması için imtiyaz talep eden yabancı şirketlere izin vermediği gibi, telefon malzemesi ithalini de yasak kapsamına aldı. Telefon yasağı II. Meşrutiyet Dönemi'ne kadar sürdü.[64] Bu sebeple telefon II. Abdülhamid döneminde yaygınlaşamadı. 1908 sonrası ise yaygınlaşması son derece yavaş oldu. Basın, edebiyat ve sansür1-Basın; haberlerinde önceliği hükümdarın sağlık durumuna, tarım ürünlerindeki rekoltenin iyiliğine ve Türkiye'deki ticaret ve sanayinin gelişmesine verecektir.
2-Ahlâk bakımından Maarif Nazırı ve Ahlak Komisyonu tarafından onaylanmayan hiçbir tefrika yayınlanmayacaktır. 3-Gazetenin bir sayısında yayınlanamayacak kadar uzun hiçbir edebi ve bilimsel makale yayınlanmayacaktır. "Devamı var" veya "Arkası yarın" sözcükleri kullanılmayacaktır. 4-Bir makalede boş beyaz yerler olmayacak, nokta, nokta çizgiler bulunmayacaktır; çünkü bu şekilde ifadeler hatalı varsayımlara neden olabilir ve fikirleri karıştırabilir. 5-Her türlü kişisel suçlamalardan en büyük dikkat gösterilerek kaçınılacaktır ve eğer size şu vali veya bu mutasarrıf hırsızlık, zimmetine para geçirme, cinayet gibi yüz kızartıcı fiillerle suçlanıyor denilirse olayı kanıtlanmamış bir vaka gibi kabul ediniz ve mutlaka saklayınız (gizleyiniz). 6-Sorumluların kötü yönetimlerinden şikâyet eden ve hükümdara sunulan kişilerin veya vilayetlerdeki çeşitli toplulukların dilekçelerinin yayınlanması katiyetle yasaktır. 7-Bütün tarihi ve coğrafi isimlerin ve özellikle "Ermenistan" sözcüğünün zikredilmesi yasaktır. 8-Yabancı hükümdarlara karşı yapılan suikast denemelerinin ve yabancı ülkelerde hangi koşullar altında olursa olsun vuku bulan isyan teşebbüslerinin yayınlanması yasak edilmiştir. Çünkü böyle haberlerin bizim yasalara uyan ve barış içinde yaşayan halkımızca duyulması iyi değildir. 9-Bu yeni kuralları gazetenizin sütunlarında yayınlamanız da yasaklanmıştır, çünkü eleştirilere neden olabilir ve bazı kötü niyetliler tarafından başka yöne çekilebilir.6 Aralık 1888 Tarihli Zabtiye Nazırlığı tarafından Gazete ve Dergilere Gönderildiği ve Osmanlı Arşivinde bulunduğu iddia olunan Talimatname[68][69] [70][71] Osmanlı'da basın ve sansür uygulamaları II. Abdülhamid döneminden öncesinde de vardı. Örneğin 1864 yılında Sultan Abdülaziz döneminde Matbuat Nizamnamesi ile basın düzenlemeleri yapılmıştır. Ancak bu nizamnamede sansür uygulamasından bahsedilmemekte fakat gazetelerde devletin güvenliğini ve asayişini bozacak, Padişah'a veya ailesine, nazırlara, hükûmete, dost bir devlete veya hükümdarına, elçilerine yönelik aleyhte yayınlar yapılırsa para veya hapis cezası verilmesi ve gazetelerin bir ay süre ile kapatılması öngörülmüştür. Ancak çıkan gazete ve yayınlarda hükûmete eleştiriler rahatsız edici noktaya gelmiş ve Sadrazam Ali Paşa ve Bâb-ı Âli bu kanunun üzerinden 3 yıl bile geçmeden bir kararname ile (Âli Kararnamesi) sınırlamaya girişmiştir. İlgili kararname Bâb-ı Âli'ye devletin menfaatine zararlı şekilde neşriyat yapan gazeteleri geçici veya müddetsiz olarak idareten kapatmak yetkisini vermiş, bu suretle, basın hürriyeti ve teminatı ortadan kalkmıştır.[71] Kararname çıkmadan bir hafta önce, "Muhbir Gazetesi, 8 Mart 1867 tarihinde Belgrad Kalesi'nin bir damla kan dökülmeden Sırplara teslimini eleştiren yayınlarından dolayı, Maarifi Umumiye Nazırı'nın emriyle hemen ertesi gün kapatıldı. Yine Ali Kararnamesi ile Ali Suavi Kastamonu'ya sürgün edilip, kapatılan Tasvir-i Efkar yazarları Namık Kemal ve Ziya Paşa birer memuriyetle İstanbul'dan uzaklaştırıldılar.[68] II. Abdülhamid dönemine kadar Osmanlı basınında sansür uygulamaları geçici bir özellik olup sistemli tam bir kurumsallaşma söz konusu değildi. Sansürün genele yayılışı, geniş kapsamlı, sistematik ve sürekli hale gelmesi Abdülhamid döneminde gerçekleşti.[68][74] II. Abdülhamid tahta ilk geçtiğinde ortam daha farklıydı. İlan ettiği Kanun-ı Esasi'nin 12. maddesinde "Matbuat kanun dairesinde serbesttir" hükmü yer almaktadır. Ama atıfta bulunulan kanunlar 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi ve 1867 tarihli Ali Kararnamesi'dir. Fakat bu kanunlar bir süre uygulanmamış ve basın rahat bir nefes almıştır.[71] Fakat aynı Anayasa'nın 117. maddesi padişahın sıkıyönetim ve sürgün yetkisini de düzenlemektedir. 93 Harbi'nde durumun kötüye gitmesi akabinde II. Abdülhamid Kanun-i Esasi'nin 36. maddesine dayanarak 2 Ekim 1877 tarihli İdare-i Örfiye Kararnamesi ile sıkıyönetim ilan etmiş ve bazı mebus ile gazetecileri sürgün etmiştir.[71] 1877-1878 arasında 93 Harbi gerekçesi ile gazetelere ön sansür uygulaması getirmiş, sonradan ise bu uygulamalar giderek ağırlaşarak Abdülhamid'in istibdat devri denen devri başlamıştır. Mizah dergilerinden 1880'de siyasi olmayan yayınlara kadar sansür yayılmıştır. Bu dönemde 1864 Tarihli Matbuat Nizamnamesi 1909'da iktidarının sonuna kadar yürürlükte kalmış; buna karşın 1857 tarihli Matbaa Nizamnamesi yerine 22 Ocak 1888 tarihli Matbaalar Nizamnamesi hazırlanmıştır; bütün matbaaların bastıklarına ön sansür uygulaması getirilmiştir. Daha sonra 1888 tarihli Matbaalar Nizamnamesi de yürürlükten kaldırılarak, 19 Aralık 1894 tarihli Matbaalar ve Kitapçılar Hakkında Nizamname adlı yeni bir nizamname hazırlanmış ön sansür süreci sürdürülerek bu nizamname iktidarının sonuna kadar yürürlükte kalmıştır.[71] II. Abdülhamid sansür için kurum üstüne kurum kurmuştur.
Bu yapılan uygulamalar bağlamında 1876'da oluşan özgürlük ortamından 1890'a kadar 4.000'e kadar çıkan her yıl 9-10 yeni yayın çıkaran basılı neşriyat, 1890 sonrasında iyice düşmeye başlamıştır.[76] Yılda 1 yeni neşriyat ancak basın hayatına girer olmuştur. Bu sebeple II. Abdülhamid dönemi basınını 1876-1878 arası meclisin kapatılmasına kadar olan 1,5 yıllık liberal dönemin sonrası 1878-1890 ve 1890-1908 arası dönem diye ikiye ayırmak gerekir.[77] II. Abdülhamid mizah dergileri ve yayınları açısından da ağır sınırlamalar getirmiştir. 4 Ağustos 1876 tarihli resmi ilan ile mevcut dergiler dışında yeni mizah dergilerine ruhsat verilmemiş sonrasında ise 24 Temmuz 1877'de ülke içinde var olan mizah dergileri kapatılmıştır. Neticede ülke içindeki mevcut mizah dergileri Hayal ile Çaylak, mizah dergisi olarak yayınlarına son verip günlük gazeteye dönüşmüş sonrasında da yayın hayatları son bulmuştur. Osmanlı topraklarında II. Meşrutiyet'e kadar bir mizah dergisi bile çıkarılamamıştır.[73] Ülkeye ancak kaçak yollardan yurtdışına kaçan Jön Türklerin yurt dışında çıkardığı mizah dergileri girebilmiştir.[78] Gazeteler sansür nedeniyle siyasi konulardan ve toplum sorunlarından uzaklaşıp edebiyat, bilim ve sanata yönelmiştir. Zabtiye Nazırlığı tarafından 6 Aralık 1888 tarihinde gazete ve dergilere gönderildiği belirtilen 9 maddelik talimatname pek çok yasak getirmiştir. Halid Ziya Uşaklıgil'in 40 Yıl adlı anılarında da ifade edildiği üzere 1900 ve 1901 yıllarında kitap bastırmak için zorunlu tutulan ruhsat alma işlemi o kadar zorlaştırılmış ki Kırık Hayatlar adlı romanın en beklenmedik yerlerinde sansür memurunun kırmızı kalemini görünce, II. Meşrutiyet'in ilanına kadar tek bir satır yazmamıştır.[79] İlgili talimatnamenin 7 ve 8. maddesi gereği Girit, Makedonya, Kanun-i Esasi, ulusun hakları, ıslahat, hürriyet, millet, vatan, cumhuriyet, bomba, dinamit, dinamiti çağrıştırıyor diye dinamo hatta tepe (Yıldız Sarayı'na atıfta bulunduğu için) gibi onlarca sözcüğün bile gazetelerde kullanımı yasaklanmıştır. Tarih kitaplarından suikast, ihtilal, isyan gibi kelimeler de kaldırılmıştır. "Büyük burun" kelimesinin kullanımı Padişah'ın burnunu çağrıştırır diye yasaklanmış ve bu sözcük coğrafya kitaplarından çıkarılıp yerine "çıkıntı" kelimesi getirilmiş; tahta kurusu sözcüğü "tahtı kurusun" sözcüğü ile benzeşmesi sebebiyle yasaklanmıştır. Rusya Çarlığı'nda kurulan parlamentonun haberinin yapılmasına izin verilmemiş, Fransa Cumhurbaşkanı Carnot'un suikasta kurban gittiği haberi ise kalp krizinden öldü şeklinde yansıtılmıştır. Ancak Orhan Koloğlu'nunda belirttiği üzere esasında yapılan araştırmalarda kelime yasaklamalarının II. Abdülhamid'in isteği ile yapılmadığını ortaya koymaktadır. "Murat", "ıslahat", "Türk", "ittihad", "cünun" gibi sözcüklerin iddiaların aksine kullanıldıkları ispatlamıştır. Yine yasaklar arasında sayılan "parlamento" sözcüğüne de Takvim-i Vekayi'de rastlamak mümkündür. Bu karmaşayı yaratan esasında sansür memurlarının işgüzarlıklarıydı. Ama onları işgüzar olmaya yönelten de Abdülhamid'in jurnalcilikte verdiği primdi. Bazı şeylere göz yumduğu suçlamasından korkan memur işin kolayını her şeyi yasaklamakta bulmuştu. Her şeye şahsen karar veren Sultan'dan da buna bir itiraz gelmemişti.[77] Gazetelerdeki en küçük dizgi yanlışı bile sorun çıkarabilmekteydi. Abdülhamid'in tahta çıkışı vesilesiyle Leylei Mes'ude (mutlu gece) başlığında ufak bir hata yapılıp Leylei Mesude (karanlık gece) olarak çıktığından İkdam gazetesi hakkında soruşturma açılması; Hollanda Kraliçesi'ne ülkesinde nişan verilmesi (nişan itası) kelimesinin; "nişan hatası" şeklinde yazılması neticesi Takvim-i Vekayi gazetesinin, 12 yaşındaki Hollanda Kraliçesi'ne nişan verilmesinin hatalı olduğunun gazetece eleştirildiğinden muhalefet yapıldığından bahisle jurnal edilerek gerekçelerle kapatılması (II. Meşrutiyet'e kadar gazete kapalı kalmıştır) bu döneme rastlamaktadır. Pek çok kitap toplatılıp yasaklanmış, yakılmış, pek çok piyes engellenmiş veya oynanırken kelimeler çıkartılmıştır.[69][80] Abdülhamid basında bazı gazetecileri satın almak, bazı gazetelerde gazetecilere nişan dağıtarak ayrıcalık sağlamak gibi yollara da başvurmuştur. Örneğin İkdam'ın sahibi Ahmet Cevdet'in Dahiliye Nezaretine yazdığı dilekçesinden, belli bir kota dâhilinde gazeteci telgraflarından ücret alınmamasını bir ayrıcalık olarak talep ettiği görülür. Ahmet Cevdet dilekçesinde Avrupa kentlerinde gazetesi için çalışan gazetecilerin telgraflarından günde 50 kelimeye kadar ücret alınmaması talebinde bulunmuş ve bu talebinin ileride kurulacak ve doğrudan Osmanlı çıkarlarına hizmet edecek bir Osmanlı haber ajansının kurulmasının ilk adımı olarak ele alınması gereğinin altını çizmiştir. Nitekim dilekçesi oldukça ciddiye alınmış ve II. Abdülhamid'e ulaştırılmıştır.[81] Aynı şekilde sonradan aralarının bozulması ile Konya'ya sürgüne gönderdiği Ebüzziya Tevfik Bey de maaşa bağladığı gazetecilere örnektir.[82] Hatta sıklıkla yabancı gazeteleri bir yol bulup elde edip çevirttiren Sultan bu gazetelere karşı tekzipler hazırlattırmış, Osmanlı aleyhine ve kendi aleyhine yazılar yazan dış basına kadar giderek para ile gazeteci satın alma girişimlerinde bulunmuştur. Yerli basına karşı değil de dış basına karşı yaptıklarının Koloğlu'nun deyimiyle o günün şartlarında II. Abdülhamid'in oyunu dış basına karşı kurallarına göre oynamaya çalışıp[83] Batı kamuoyunu kendi ve Osmanlı imparatorluğu aleyhine dönmeye engellemeye çalıştığı düşünülebilir. Örnek vermek gerekirse lehine haber yapması için 1 Eylül 1895'te, Times gazetesinin İstanbul muhabiri Garachino'nun ev kirası olan 150 lirayı hükûmetin ödemesi kararlaştırılmıştır. Ertesi sene, bir diğer İngiliz gazeteci Norman'ın her ay aldığı 50 lira ‘harçlığa' 30 lira zam yapılmıştır. 1901'de, Berlinguer Togobalt gazetesinin sahibine 2 bin kuruş aylık bağlanmış ve saraydan maaş alan yabancı gazetecilerin sayısı, zamanla 60'a yükselmiştir. Abdülhamid'in para dağıttığını haber alan bazı Avrupalı gazeteciler, Osmanlı elçiliklerini "Bize de maaş vermezseniz aleyhinizde yazarız" diye tehdide başlayınca hemen tamamına ödeme yapılmıştır. Ancak, 1903 Şubat'ında Le Figaro gazetesinde aleyhinde çıkan son derece ağır bir yazıdan sonra maaşa bağladıklarının çoğunun Avrupa'nın ikinci, hatta üçüncü sınıf yazarları olduğunu fark eden Abdülhamid hükûmeti uyarmış ve "Önemsiz gazetelere para dağıtıyoruz, ödemeler bundan böyle itibarlı gazetelere yapılsın" demiştir. Hükümdarın talimatı üzerine, Osmanlı Bankası vasıtasıyla Paris'teki elçiliğe "önemli gazetecilere dağıtılmak üzere" 400 bin Frank gönderilmiştir.[82][83] Sansür uygulaması yerli basın ve Osmanlı devleti açısından II. Abdülhamid'in hedeflediği sonuçları doğurmamıştır. Orhan Koloğlu bu sansürün olumsuz etkileri şu şekilde sıralamaktadır:[77]
Sansüre rağmen edebiyat ve basın alanında gelişmeler olmamış değildir. Politik sınırlamalara rağmen bu dönemde normal olarak 12-15 bin günlük tiraj yapan, olağanüstü durumlarda 30.000'e kadar çıkan gazeteler vardır. Mesela Ahmed Midhat Efendi bu basın yasaklarına karşın Tercümân-ı Hakîkat gazetesini kurmuş ve gazete 1921 yılına kadar yaşamıştır. Ahmet Midhat, ansiklopedik bilgilerini halka yansıtma çabalarında çok başarılı olmuş, politikanın yasak olduğu bir zamanda halka okuma zevkini aşılamayı başarmıştır. Bir mücadele gazetesi olmaktan çok öğretici gazeteci olmuştur. Bununla birlikte Hüseyin Cahit Yalçın, Halide Edib Adıvar bu gazete bünyesinde çalışmış ve yetişmiştir. Diğer önemli gazete ise 1875'te yayın hayatına başlasa da esas 1882 yılı sonrasında parlamaya başlayan Sabah gazetesidir. Peyam-ı Sabah olarak adını sonradan değiştirilip 1922 yılına kadar faal olarak devam etmiştir. Ancak Milli Mücadele'ye karşı çıkıp kapatılmıştır. Sabah gazetesine rakip olarak 1894'te kurulan 1928'de kapanan İkdam; bunun yanında II. Abdülhamid yanlısı yazıları ile bilinen Tarih (1881) ve Mizan (1886) diğer belli başlı gazetelerdendir.[77] II. Abdülhamid döneminde dergicilikte en önemli atılım simgesi Ahmet İhsan Tokgöz'ün ilk sayısı 27 Mart 1891'de yayınlanan Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat 1896-1901) akımına da öncülük yapan Servet-i Fünun dergisidir. Başlangıçta aile moda yayını yapan dergi, yazar kadrosuna Halid Ziya Uşaklıgil, Recaizade Mahmud Ekrem gibi şair, yazar, edebiyatçıların gelmesiyle bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi haline gelmiştir. Avrupa resimli dergileri kalitesinde bir yayın yapmak amacıyla çıktığını saklamayan Servet-i Fünun, II. Abdülhamid'den maddi yardım görmüş, yeni makineler ve ustalar getirtmiş, böylece 1893 Şikago Uluslararası Fuarı'nda ödül kazanacak bir kaliteyi yakalamıştır. 1944 yılına kadar yayın hayatına devam etmiştir.[77][84] Dergi o dönem Avrupa'da da beğenilmiştir. Paris'te çıkan Basın Yıllığı da Servet-i Fünûn'un bir sayfasının tıpkı basımını yayımlayarak dergi hakkında övücü sözler yazmıştır.[85] Hemen hemen aynı kalitede Malumat dergisi çıkmış ise de yazar kadrosunun aynı üstün nitelikte olmaması, hem de sahibinin aşırı çıkarcı kişiliği sebebiyle etkisi sınırlı kalmıştır. Düşünce ve edebiyat ağırlıklı Mecmua-i Ebüzziya 1890-97 arasında etkili olmuştur.[77] II. Abdülhamid kendi güdümünde olması şartıyla basının yaygınlaşmasını istiyordu. 1903'te yayınlanan bir Şura-yı Devlet kararnamesinde belirtildiği üzere, basının illere yayılması, yerel tarım, doğal kaynaklar ve kültür konularının bu basında halkın yararına işlenmesi, konuların sade bir dille yazılması, gazetelerin köylere kadar girmesi istenmekteydi. Teknik aletler baskı makineleri hususunda da basında kalite arttırımı yapılmıştır.[77] Ancak tüm bunlar kendi politikaları ile örtüştüğü sansürünün elvereceği kadar olmuştur. Çoğu yayın kuruluşu ise yurt dışında yayın yapıp ülke topraklarına kaçak girmiştir. Bu kaçak giren Jön Türk dergi ve gazetelerden en bilinenleri ise Ali Şefkati'nin İstikbal'i (Napoli, Cenevre, Londra 1879-1895), Ahmed Rıza'nın Meşveret'i (Paris 1895-1898), Şura-yı Ümmet (1902), Osmanlı (1897-1904), Terakki (1906), Türk (1903) adlı yayınlardır, bu yayınlar parlamenter sistemin geri gelmesi ve reform talebinde bulunuyorlardı.[77] SağlıkII. Abdülhamid en büyük başarılarından birini sağlık alanında büyük çalışmaları ve uğraşları ile yapmıştır. 1899 yılında, bugün de etkin durumda olan Şişli Etfal Hastanesi'ni kurdu.[86][87] Birinci ve İkinci Çiçek Aşısı Nizamnamesi ile yeni doğanlara altı ay içinde aşılanma mecburiyeti ve aşı olmayanların okullara kayıt yapılmama düzenlemesi getirildi. İlaç yapımında kullanılan kimyasal maddelerin ticaretini kontrol altında tutmak amacıyla Ecza Tüccarı Hakkında Nizamname yürürlüğe sokuldu. Attarlar ve Kökçüler Nizamnamesi ile zararlı ve zehirli maddeler listelendi ve aktarların ve kökçülerin bunları satması yasaklandı. Kimyasal ilaç etken maddeleriyle uğraşan memurların çalışmaları Ecza-yı Tıbbiye Teftiş Memurlarının Vezaifini Mübeyyin Talimatı ile düzenlendi. Konuyla ilgili gümrüklerde kimya laboratuvarları kuruldu ve Gümrüklerce İcra Edilecek Muayene-i Sıhhiyeye Dair Nizamname yayımlandı.[88] Mezun olan askeri hekimlerin iki yıl klinik eğitim görmeleri için kurulan Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi ve Seririyatı (Gülhane Askeri Tıp Akademisi 1898), görme ve duyma konuşma engelliler için Dilsiz ve Amalar Mektebi (1889),[89] askeri sağlık elemanı yetiştirmek üzere Baytar ve Eczacı Rüşdiye-i Askeriyesi, Bahriye teşkilatının eczacı ve cerrah ihtiyacını karşılamak amacıyla Eczacı ve Tımarcı Sıbyan Mektebi, aşıcı yetiştirmek üzere faaliyete geçen Aşı Dershanesi kuruldu. İlaveten ülkenin her yanında askerî hastaneler kuruldu.[88] Bunun yanında Osmanlı tebaasındaki halklar için de hastane kurulmasına II. Abdülhamid ön ayak olmuştur. İstanbul'daki Bulgar Hastanesi 1894 yılında, Ragıp Paşa tarafından yaptırılmış ve 1900 yılında Sultan II. Abdülhamid tarafından Bulgar tebaya verilmiştir.[90] Bunun yanında kuduz aşısı çalışmaları için II. Abdülhamid, meşhur Fransız bilim insanı Louis Pasteur ile arasında şahsi bir dostluk tesis edilmişti. Kuduz aşısını bulup 1886'da kuracağı Pasteur Enstitüsü için yardım talep eden bu amaçla Osmanlı'dan da para isteyen bilim insanına II. Abdülhamid ilk mikrobiyologlarımızdan Miralay Dr. Hüseyin Remzi Bey, Zoeros Paşa ve Veteriner Hüseyin Hüsnü Bey'den oluşan heyet Paris'e göndermiş burada staj yapmalarını sağlamaları yanında bu heyet aracılığıyla adı geçen Pasteur Enstitüsüne kurulması için 10 bin altın (veya frank) vermiştir. Louis Pasteur'e ise birinci dereceden Mecidiye Nişanı ve bir madalya hediye etmiştir. Bu sayede kuduz aşısı 1889'da Osmanlı'da üretilir hale gelmiştir. Dahası 1892'de Louis Pasteur'den İstanbul'daki bir salgının çözümü, kolera olup olmadığının tespiti için yardım istemiştir. Pasteur enstitüdeki bilim adamlarından Dr. Şantimas'ı sorunu çözmesi için İstanbul'a göndermiştir. Şantimas bu salgının kolera olduğunu tespit etmiş ve salgının çözümünü sağlamıştır. Sonrasında ise yine onun ricası ile Pasteur, Dr. Nicolle'u Osmanlı topraklarına göndermiş II. Abdülhamid sağlık alanında çalışması ve Osmanlı topraklarında yerleşik olarak kalması için gerekli her türlü desteği vermiştir.[91] Fakat Osmanlı Devleti'ne yapılacak elektrikli araç ve gereç ithali, prensip olarak II. Abdülhamid tarafından yasaklanmıştır. II. Abdülhamid elektrik konusunda bir fen heyetinden izin almadan elektrikli araçların alım ve kullanıma izin vermemiştir. Bunun yansıması sağlık alanında da olmuş, II. Abdülhamid Osmanlı Devleti'nde elektrik kullanımı gerektiren sağlık amaçlı aletlerin girişine de fen heyetinin denetim zorunluluğu getirilmiştir. Bu denetim sayesinde muhtemel zararların önlenmiş olacağı düşünülmüştür. Fakat basında elektrikli aletlerde kullanılan dinamo kelimesinin dinamiti çağrıştırdığından sansürlenmeye çalışılması gibi sağlık gibi önemi bir alanda kullanılacak bu elektrikli makinelerin, 'bombalı eylemlerde de kullanılabilmesinin mümkün olduğu' düşüncesi bile kimi zaman bu heyet tarafından görüş olarak beyan edilmiştir. Ancak yine de sağlık alanında bu aletlerin sınırlı da olsa girişine izin verilmiş, 1908'e kadar bireysel ve toplu kullanımda elektrik ve elektrikli aletler yavaş da olsa Osmanlı'da yayılmıştır. II. Meşrutiyet sonrası izin süreçlerinin kolaylaştırılması ve bu fen heyeti uygulamasından kısmen vazgeçilmesi ile elektriğin hem Osmanlı toplumunda hem de sağlık alanında kullanımı daha fazla artmıştır.[92] Sosyal yardımlaşma25 Mart 1906 tarihli fermanıyla Okmeydanı'ndaki Darülaceze'yi kurdurmuştur.[93] Gerçekleştiremediği projeleriII. Abdülhamid 20. yüzyılın başlarında İstanbul'da Haliç'e ve Boğaziçi'ne birer köprü yaptırmayı düşündü, bunun için projeler hazırlattı. Ferdinand Arnodin (1845-1924) adlı Fransız mimarın 1900 tarihinde bir, Boğaziçi Demiryolu Kumpanyasının iki Boğaz köprüsü projesi, gerçekleştirilememiş olsa da belgeleri, çizimleri, resimleri bulunmaktadır.[94][95] Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen, yapılabilirliği çıkartılan ve ihalesi yapılarak inşasına başlanan projelerden birisi de Yemen Demiryolu'dur. Raporu 1898'de o zamanlar Yemen valisi olan (sonradan sadrazam olan) Hüseyin Hilmi Paşa vermiş ve II. Abdülhamid sonrası 1911 yılında inşasına başlanmıştır. Ancak İtalyan kuvvetlerinin Trablusgarp Savaşı sırasında Yemen'deki Cebane limanını topa tutmasıyla ve malzemelerin nakline yönelik lojistik sorunlar, Şeyh İdrisi ve Şeyh Yahya isyanları nedeniyle çalışmalar durmuş, proje iptal edilmiştir.[96][97] Notlar
Kaynakça
|