II. Abdülhamid dönemi Osmanlı tarihi (1897-1903)
Bu madde II. Abdulhamid'in 1881-1897 yılları arasındaki padişahlığında Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşanan tarihi olayları ele almaktadır. Osmanlı-Yunan Savaşı ve Girit'in fiilen elden çıkmasıYunanistan, Girit Adası'nı ele geçirmek için bağımsızlığını kazandığı 1830'dan itibaren büyük bir çaba içine girdi, bunun için yıllar boyunca adada yaşayan Rumları kışkırtma yolunu seçti. Girit, 1866'da ilk defa geniş ölçüde bir ayaklanmaya sahne oldu. Osmanlı bu isyanı bastırmak istese de Rusya ve Fransa duruma müdahil oldular İngiltere ve Avusturya Osmanlı yanında yer alsa da Osmanlı bu işe büyük devletlerin müdahalesini engellemek için Sultan Abdülaziz, 1868'de Sadrazam Ali Paşa'yı Girit'e göndererek, Hristiyan halka birçok imtiyaz tanıyan bir yönetmelik yayınlattı. 1878'de Yunanistan 93 Harbi'nin sonunda tekrar Girit'te ayaklanma çıkarsa da başarısız oldu. Berlin Antlaşması ile Girit, Osmanlı'da kalmaya devam etti ama imtiyazlar genişletildi. Girit Hristiyanlarına daha geniş imtiyazlar bahşeden bu anlaşma, Hanya civarında Halepa'da Avrupa devletleri konsolosları tarafından onaylanıp uygulanması güvence altına alındığı için "Halepa Fermanı" diye anıldı.[1] Buna göre Girit valisinin Hristiyan olması ve 5 yıl için büyük devletlerin onayıyla tayin edilmesinde anlaşıldı. Girit meclisinin üye sayısı 49 Hristiyan, 31 Müslüman'dan oluşacaktı. Adada toplanan verginin ada için harcanması kararlaştırıldı. Anlaşma sonrası ilk atanan Rum kökenli vali Girit mahkemelerine bağımsızlık kazandıracak bir tasarı hazırladı ve II. Abdülhamid bunu kabul etti. Ancak adadaki Rumlar Doğu Rumeli'deki Osmanlı tavizleri sonrasında daha fazla imtiyaz veya Yunanistan ile birleşmek hayalleri ile tekrar ayaklandılar. Asilere tekrar gümrük gelirleri ve memurları üzerine tavizler verilse de 6 ay sonra tekrar ayaklanma çıktı. Hristiyan Rum ada valisi Türk gazetelerini kapatırken Yunanistan'a bağlanma taraftarı Rum gazetelerini kapatmıyordu. Vali azledildi ancak yerine getirilen valiler de ardı ardına görevden alındı. Çünkü adadaki Rumlar Türk ahaliye saldırmaya ve göçe zorlamaya başlamıştı.[1] Yunan Veliahdı aynı zamanda Alman kökeni olan Konstantin'in, Osmanlı dostu gözüken Alman kralının kızı ile evlenmek istediği ve Almanya'nın Osmanlı'yı, Girit'i Yunanistan'a çeyiz olarak vermeye zorlayacağı dedikodularından bahisle Rumlar tekrar ayaklandı. Almanlar bunu yalanlasa da Rum silahlı çeteler Müslüman ahalinin evlerini dükkânlarını yakıp yıktı, mezarlarını yağmaladı, katliamlar yaptı.[1] Osmanlı büyük bir yığınakla 1889'da isyanı bastırıp adada sıkıyönetim ilan etti. İsyanın ele başları Yunanistan'a kaçtı. Ancak II. Abdülhamid, Yunanistan'ın sözlerine güvenerek 1 yıl sonra sıkıyönetimi kaldırıp adada af ilan edip Halepa Sözleşmesi'ne dönmeyi kabul etti. Yunanistan'a kaçan isyan liderleri geri dönüp 1894'te tekrar huzursuzluk çıkardılar. II. Abdülhamid eski soylu, kökenli bir Rum vali atasa da bu defa Müslüman ahali Rum valiye başkaldırdı. Ardı ardına valiler değişti. İstanbul'daki altı büyük devletin sefirleri Abdülhamid'i Girit için bir ıslahat programına razı ettiler. Padişah, 25 Ağustos 1896'da imzaladığı bu ıslahat programıyla, büyük devletlerin yani İngiltere, Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya ve İtalya'nın onayını aldıktan sonra beş yıl süre ile adaya bir Hristiyan vali tayin etmeyi, memurların üçte ikisinin Hristiyanlar arasından seçilmesini, memurları valinin tayin etmesini, ada halkının seçeceği Meclisin bütçe ve kanunlar çıkarmasını, altı devletin ada üzerinde müdahale hakkı olduğunu ve konsolosları aracılığıyla bu şartların uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmesini kabul ediyordu.[1] Yunanistan bu antlaşmayı kabul etmeyip 1897'de büyük bir ayaklanma daha çıkardı ve Girit dahil her yerde seferberlik ilan edip asker topladı Osmanlıların Girit haricinde Yunanistan ile komşu pek çok noktasında sınır karakollarına saldırdı. Osmanlı askerleri katledildi, bu arada Girit'te Avusturya-Macaristan, Rusya, İngiltere de dahil büyük güçler ortak donanma kurup, donanmaları ile bu olaya dahil oldular, hem Rum isyancılara ve hem de Girit çevresine bombardımanlar yaptılar. Karşılıklı çatışmalar başladı, İngilizler dahil bir kısım büyük güçler, Hanya başta olmak üzere Girit'in belli yerlerine çıkarmada dahi bulundular. Oluşan bu kargaşa ve kaos ortamında Osmanlı, Yunanistan'a harp ilan etti.[2] 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı başladı. Osmanlı ordusu, Yunan ordusunu Melouna, Velestin ve Dömeke'de ardı ardına bozguna uğrattı. Teselya'da Yunan savunması çökünce Atina yolu Osmanlı'ya açıldı. Ancak Osmanlı kuvvetleri büyük güçlerin araya girmesi ile Atina yakınlarında şehre giremeden engellendi. Varılan anlaşmada Berlin Antlaşması ile kaybettiği Teselya'nın kendisine geri verilmesini isteyen ve savaşta büyük bir zafer kazanan Osmanlı sadece Teselya sınırından 55 km² toprak kazancı ve 4 milyon lira savaş tazminatına razı olmak zorunda kaldı.[1][2] Bu zafere rağmen 3 ay bile geçmeden II. Abdülhamid büyük güçler tarafından Girit'te büyük tavizler vermeye zorlandı. Bunun içinde Müslümanların Girit'e isyanı bastırmak için gelen büyük güç filosuna karşı isyan çıkarmaları gibi bahaneler ileri sürüldü. Oysaki Girit'te sözde çıkan isyanı Osmanlı takviye kuvvet göndermeden iş çok boyutlu bir savaşa evrilmeden bastıracağını söyleyen Uluslararası Filo pek çok sefer Yunan isyancılarla uğraşmak zorunda kalmıştı. Osmanlının savaş alanında kazandığı zafer, bu şekilde adeta diplomatik bir bozguna dönüştü. Gizlice yapılan ve halktan bir süre padişah tarafından gizlenen anlaşma ile Osmanlı kuvvetleri adadan tümden çekilecek, ada büyük güçlerden oluşan bir komisyona bırakılacak, adanın gelirleri tümden adaya kalacak ve Hristiyan bir vali adaya atanacaktı. Anlaşma gizli tutulsa da imzalandıktan hemen sonra Rumlar tekrar ayaklanıp bölgedeki Müslüman ahaliyi tekrar katledip göçe zorladılar ve Müslüman ahali de karşı koydu. Rus İmparatoru anlaşmanın üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra Yunan Kralı'nın ikinci oğlu Prens Yeoryos'un vali olarak atanmasını istedi. Osmanlı bu karara direndi. Sonuç olarak Osmanlı, adayı boşaltmak istemese de adaya dayanan Rus, İngiliz ve Fransız gemileri adayı kuşatmıştı. Yabancı devletler Osmanlı Devleti'ne 48 saat süre tanıdılar, çaresiz kalan Abdülhamid baskıya boyun eğdi ve Girit'in boşaltılması emrini verdi. Adada Kandiye Kalesi'nde sembolik olarak sallanan Osmanlı bayrağından başka Osmanlı varlığı kalmadı. Alınan bu kararlarda Osmanlı ordusu İngiliz, Rus, Fransız ve İtalyan hükûmetlerinin desteğiyle adadan çıkmaya zorlandı. Almanya ve Avusturya-Macaristan bu konuda daha çekimser kalmıştı.[2] Girit sembolik olarak Osmanlı elinde ama esasında İngiliz ve Rusların başı çektiği ve Osmanlı'nın hiçbir söz hakkının olmadığı bir komisyonun yönetimine geçmiş oldu. Sözde Osmanlı'ya bağlı ama fiilen tamamen uluslararası bir donanma ve askerlin kontrolünde bağımsız bir Girit Devleti kuruldu. Son karışıklıklardan Müslümanları sorumlu tutan komisyon kurduğu mahkeme ile Müslümanları cezalandırma ve göçe zorlama yolunu tercih etti. Komisyon tarafından 1898'te Yunan Kralı'nın ikinci oğlu Yeoryos'un Rus İmparatoru'nun arzusuna uygun şekilde adaya vali olarak atanmasına karar verildi ve istek Bâb-ı Âli'ye bildirildi. Osmanlı bu kararı tanımak zorunda kaldı. 1905'te Rumlar tekrar ayaklandı Yunanistan'a bağlanmak istediklerini söylediler. Girit Milli Meclisini toplayıp adayı Yunan bayrakları ile donatıp bu yönde karar çıkardılar. Ancak talepleri büyük güçler tarafından reddedildi. Bununla birlikte büyük güçler isyanı bastırmalarına karşın bastırana kadar bölgede kalan Müslüman ahaliye karşı katliamlara seyirci kaldılar. İsyan liderleri Venizelos ve savunucuları Yunanistan'a gönderildi. 1908'te II. Meşrutiyet sırasında tekrar Milli Meclis karar alsa da II. Abdülhamid'den kısa süre sonra büyük güçlerin kuvvetlerinin Yunanistan lehine Girit'ten çekilmesiyle, 27 Temmuz 1909 tarihinde fiili olarak; I. Balkan Savaşı'nın kaybedilmesi sonrasında ise 1913'te resmi olarak Girit, Yunanistan'a bağlandı.[1] Kuveyt'in özerklik kazanması ve Arabistan'daki gelişmelerBerlin Antlaşması'ndan sonra Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasından vazgeçen İngiltere, Basra bölgesindeki faaliyetlerini farklı bir boyutta daha da artırmıştır. 1881 tarihli bir belgeden anlaşıldığına göre İngiltere'nin Basra'dan Necid'in sonuna kadar olan Osmanlı sahilinde nüfuzunu artırdı.[kaynak belirtilmeli] 1885'e gelindiğinde İngiltere ve İran arasında Basra'nın İran'a bırakılması hususunda gizli bir anlaşma yapıldı. Yine Musul, Basra ve Irak'ta Abdülhamid dönemi boyunca çıkacak asayiş sorunları, aşiret ve Şii-Sünni problemlerine zemin hazırladı.[3] İngiltere'nin 1880'lerden itibaren Basra'daki faaliyetlerinin boyutunu 1880'de Bahreyn Şeyhi İsa bin Ali el-Halife ile yaptığı anlaşma göstermektedir. Buna göre Osmanlı Devleti'nin burada hâkimiyetinin bulunmadığı iddia edilmekte ve Bahreyn'in bağımsızlığı istenmektedir. Daha sonra bu siyasetini bölgedeki diğer şeyhliklere de uyguladı ve şeyhlikler de İngiltere'den başka herhangi bir hükûmetle ilişki kurmayacaklarını taahhüt ettiler. Ayrıca buradaki aşiretlere cephane ve silah satarak onları isyana hazırladı.[4] İngilizlerin özel olarak desteklediği yerlerden biride Kuveyt Şeyhliği'dir. 1871'den beri, Osmanlı makamları tarafından Bağdat vilayetine ve daha sonra Basra'ya bağlı bir kaza olan Kuveyt'te, Şeyh Muhammed bin Sabah üvey kardeşi Mübarek bin Sabah tarafından öldürüldü (Mayıs 1896). İngilizlerin "Basra bölgesindeki nüfuzlarını arttırma teşebbüsleri" içinde bulunduğu ve niyetlerinin Cebel Şammar, Necid, Katar, Bahreyn ve Kuveyt'i içine alan bir "Arap konfederasyonu" kurmak olduğu endişesi taşıyan Bâb-ı Âli, uzun müzakerelerden sonra Aralık 1897'de, Mübarek'in Kuveyt şeyhliğini tasdik etmiştir.[5] Kuveyt Şeyhliği Osmanlı'ya bağlı olmakla beraber idarede bağımsız sayılabilecek de bir durumdaydı. Vergi vermeyen Kuveyt'te Osmanlı Devleti tarafından tayin edilen bir kadı bulunurdu. Kuveyt Şeyhi Mübarek es-Sabah, 23 Ocak 1899 tarihinde İngilizlerle gizli bir anlaşma imzaladı.[6][7] Bu anlaşmaya göre Kuveyt, İngiliz hükûmetinin izni olmaksızın hiçbir ülkenin siyasi temsilcisini kabul etmeyecek, topraklarından herhangi bir parçayı İngiltere'den başka bir devlete terk etmeyecek veya kiralamayacaktı.[8] Bunun karşılığında çeşitli yardımlar ve silah alacaktı. Bu anlaşmayı kabullenemeyen Osmanlı ise İngilizlerle anlaşan Kuveyt Şeyhi'ne karşı rakibini destekledi. Almanların etkisiyle II. Abdülhamid, Osmanlının himaye ettiği Reşidilerden yani Cebel Şammar Emirliği'nden Kuveyt'e saldırmasını emretti.[9] II. Abdülhamid'i bu işe yönlendiren Alman İmparatoru, bu defa II. Abdülhamid'e başvurarak askerî birliklerini geri çekmesini istedi.[9] Bu olaydan sonra Kuveyt'teki İngiliz nüfuzu dokunulmazlık kazanmış kadar oldu.[9] Kuveyt'in özerklik kazanması ve İngiliz hakimiyetinin güçlenmesi bölgede Osmanlı için çok daha büyük sorun olarak Abdurrahman bin Faysal bin Türkî el-Suud ve oğlu Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal Âl-i Suud (İbn Suud) sorununun doğmasına neden oldu. Çünkü Osmanlılar, Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile birlikte Diriye Emirliği'ne (Birinci Suud devleti) 1818'de son verdikten sonra Vehhabilik ve emirlikten arta kalanlar Osmanlı hakimiyetini ve vergi ödemeyi kabul edip İkinci Suud Devleti olarak bilinen ve başkenti Riyad olan Necid Emirliği'ni Necid bölgesinin bir kısmında kurdular. Bununla birlikte Birinci Suud Devleti'nin ele geçirdiği Hail Emirliği'nin ardılı ve Suud Emirliği ile bu sebeple sürekli çatışma halinde ve Osmanlı'nın aynı zamanda vassalı olan Reşidiler'in kurduğu Cebel Şammar Emirliği, Necid Emirliği'ni ardı ardına bozguna uğrattı ve II. Abdülhamid'in iktidarında Mulayda Muharebesi ile 1891'de Riyad'ı ele geçirip Necid Emirliği'ne son verdi. Cebbel Şammar Emirliği, Osmanlı hakimiyetini tanımakla ve büyük ölçüde desteğini almakla birlikte bölgenin hakimi Muhammed bin Abdullah er-Reşid ve sonrası oğlu Abdulaziz bin Mitab er-Reşid'in politikası bütün çevre emirliklere gücünü yayma peşindeydi. Reşîdî emirlerinin ekonomik gücü Osmanlı Devleti'nden gelen malî destek, vahada sahip oldukları geniş araziler, Cebel Şammar çevresinde siyasî hâkimiyetlerini kabul ettirdikleri kabilelerden topladıkları, hac ve ticaret kervanlarından aldıkları vergiler sayesinde giderek artmaktaydı ve Reşidi emirlerinin güçlenmesi Vehhâbî-Suûdî ittifakına karşı Osmanlı lehinde önemli bir gelişmeydi. Ancak Osmanlı'yı endişelendiren sorun, bu ilerlemelerin İngilizlerin desteklediği diğer emirlikler üzerine yayılarak dış müdahaleye sebebiyet verme korkusuydu. Çünkü ele geçirilen Riyad ve Necid bölgesindeki II. Suud Devleti'nin şeyhi Abdurrahman bin Faysal bin Türkî es-Suud'un oğlu İbn Suud tüm aile fertleri ile önce Bahreyn'de El-Halife ailesinin yanına oradan da Kuveyt Şeyhliği'ne kaçmıştı. 1890'da Cebel Şammar Emirliği'nin Kuveyt üzerine yürüyeceği söylentileri ayyuka çıktı. 1899'un hemen öncesinde II. Abdülhamid'in Cebel Şammar Emirliği'nin İngilizlerle işbirliği halindeki Kuveyt Şeyhliği üstüne yürümesinin istenmesi ancak bunun olmayıp Kuveyt'in 1899'da özerk konuma gelmesi ve Osmanlı'nın bunu engelleyememesi neticesinde Kuveyt Şeyhi, İbn Suud ve babası ile işbirliği içerisine girdi. Hep beraber İngiliz desteğinden güç alarak Osmanlı'nın vasalı Reşidilerle mücadeleye başladılar. Reşidiler arkasında Osmanlı veya Almanya'nın tam duramayacağını bilmesine karşın Kuveyt'i ele geçirme peşinde saldırıya geçti. Kuveyt-Reşidi Savaşı başladı. Reşidiler 1900 Aralık ortasında yaptıkları Kuveyt saldırısında başarısız oldular. Kuveyt Şeyhi Mübarek es-Sabah, Reşîdîlere ait büyük bir kervanı ele geçirerek ilk önemli darbeyi vurdu. Mübarek es-Sabah'ın kuvvetleri, Müntefik aşireti reislerinden Sa'dûn ile İbn Suud ve babasının kuvvetleriyle birlikte Reşîdîler'e karşı saldırıya geçti ancak Cebel Şammar Emirliği Sarif Muharebesi'ni kazanarak onları püskürttü. Sonuçta iki tarafta yenişemedi savaş bu şekilde bitti. Fakat 1902'de, 1901 yılında Sarif yenilgisi sonrası babası gibi Kuveyt'e dönmek yerine Necid'de kalıp gizlenmeyi başaran ve mücadeleyi sürdüren İbn Suud, Mübarek es-Sabah'dan aldığı az sayıda askerle 15 Ocak 1902 sabahında Riyad'daki, Reşidi garnizonuna ve bu bölge yöneticisi Ajlan'a baskın yaptı. Riyad Muharebesi denen bu baskın neticesinde Ajlan öldürüldü ve sonrasında garnizondaki askerler panikleyip dağıldılar veya esir düştüler. Sonuçta Riyad, İbn Suud'un eline geçti.[10] İbn Suud'un babası Abdurrahman Riyad'a gediğinde İbn Suud ona sadakatini sunsa da babası Muhammed bin Abdülvehhâb'ın kılıcını ona verip bu yerlerin şeyhinin kendisi olacağını söyleyip tam aksine ona bağlılığını sundu.[11][12] İleride çevre emirlikleri ele geçirip Suudi Arabistan halini alacak Necid ve Ahsa Emirliği böylece kurulmuş oldu. İbn Suud, Dilam şehrini de ele geçirdi. Reşidiler Riyad ve çevresini geri almaya dönük saldırıya geçseler de 27 Ocak 1903'te Dilam Muharebesi de Suud galibiyetiyle bitti.[13] Osmanlı İmparatorluğu, 1904'te onu Riyad kaymakamı olarak tayin ederek durumu kabul etmek zorunda kaldı.[14][15] İbn Suud topraklarını genişletmek için gözünü kuzeye el-Kasım Bölgesi'ne dikti ve Suudi-Reşidi Savaşı'nı başlattı. Suud ilerlemesi karşısında II. Abdülhamid, Reşidiler'e destek için asker gönderdi. Osmanlı destekli Reşidiler, İbn Suud ile tekrar çatışmalara girse de yenilgiye uğradılar. 12 Nisan 1906'da Reşidiler, Osmanlı kuvvetleri ile birlikte; Kuveyt ve İngiliz destekli İbn Suud kuvvetlerine karşı el-Kasim bölgesinde Ravzatu'l-Muhanna Muharebesi'ne giriştiler. Muharebe Cebel Şammar Emirliği'nin şeyhi Abdülaziz bin Mitab el-Reşid'in (İbn Reşid) ölümü ve Osmanlı-Reşidi yenilgisi ile sonuçlandı. Osmanlılar Necid ile el-Kasım Bölgesi'nin hakimiyetini çok büyük ölçüde kaybetmiş oldular. Reşidiler de en önemli liderlerini kaybettiler. Bir yıl sonra 24 Eylül 1907'de Tarafiyah'da İbn Suud'a sırt çeviren el-Kasim Emiri ve Reşidiler, Osmanlı askerleri ile tekrar karşısına çıksa da muharebe Suud üstünlüğü ile sona erdi, böylece İbn Suud, Necid'de ve el-Kasım'da hakimiyetini iyice sağlamlaştırdı. İbn Reşid'in ailesi Medine'ye kaçarak bir müddet sonra toplandı ve Necid içlerinde eski idare merkezi Hail'i ve çevresini elde tutabildiler. Reşidilere geleneksel gücü dikkate alınarak Osmanlı hükûmeti tarafından kaymakam tayin edildi ve maaş tahsis edildi. II. Abdülhamid sonrası Nisan 1913'te ise Suudi dini İhvan kuvvetleri ile İbn Suud, Osmanlı garnizonunu basıp el-Ahsa'yı ele geçirdi. Sonrasında ise I. Dünya Savaşı'nda İbn Suud, Reşidileri ileri sürüp, tarafsız kalacağını belirtip İngilizleri açıktan desteklemeye devam etti. Reşidiler ise savaş boyunca Osmanlı Devleti'nin yanında yer aldı ve Irak Cephesi'nde Osmanlı ordusuna hayli hizmetlerde bulundu. Ancak Osmanlı Devleti'nin yenilgisi ve Arabistan'dan çekilmesi akabinde 1921'de başkentleri de dahil kalan tüm toprakları İbn Suud'un eline geçecekti.[14] Arabistan'da diğer bir sorun Hicaz Vilayeti'nde, II. Abdülhamid sonrası I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'ya isyan edecek Haşimoğulları'ndan Şerif Hüseyin konusunda oldu. Şeriflik, Osmanlı döneminde Arap Yarımadası'nın batı kısmında yer alan, Mekke ve Medine şehirlerini kapsayan Hicaz bölgesinin yönetimine verilen isimdi. Mekke Şerifliği geleneksel olarak İslam peygamberi Muhammed'in torunu Hasan bin Ali'nin soyundan gelen şerifler tarafından yönetilirdi. Osmanlılar bölgeye gelince bu duruma Memlüklüler gibi onlar da uydular ve Mekke Şerifliği 1845 yılına kadar devam etti, 1845 sonrası burası Hicaz Vilayeti halini alsa da Mekke'de şerifler görevlerine devam ettiler. Şerif Hüseyin'in amcası Avnürrefik Paşa, II. Abdülhamid tarafından 1882 yılında Mekke Emiri olarak ölen şerifin yerine atanmıştı. Ancak kısa zaman sonra Şerif Hüseyin ve amcası arasında çıkan şiddetli tartışma ve kavgalar neticesi gelen şikayetler akabinde 1892'de Şerif Hüseyin, II. Abdülhamid tarafından İstanbul'a çağrıldı. 1908'e kadar İstanbul'da tutuldu. Avnürrefik Paşa, dönemin Hicaz Valisi Ahmet Ratıb Paşa ile birlikte hareket edip herhangi Osmanlı Devleti tarafından bir şikayete meydan vermeden 1904 yılındaki ölümüne kadar Mekke Emirliği görevini yürüttü. Ancak Şerif Avnürrefik Paşa'nın rüşvet ve hac paraları vs. konuda pek çok yolsuzluğu bulunduğu, Şerif Hüseyin ile kavgalarının nedenlerinden birinin bu olduğu iddia edilmektedir.[16] 1904 yılında Mekke Emiri Şerif Avnürrefik ölünce Şerif Hüseyin, boş kalan pozisyon için girişimde bulundu. Hüseyin'in yanı sıra İstanbul'da yaşamakta olan diğer iki şerif Abdulilah ve Ali Haydar da adaylıklarını koymuşlardı. Ancak Hüseyin'in kayınbiraderi Ali Paşa bin Abdullah emirliğe getirildi. Mekke Emiri Şerif Ali 1908 yılında bölgedeki karışıklar sebebiyle görevinden alındı, yerine amcası Şerif Abdulilah Paşa atandı. Ancak Abdulilah, görevi için Mekke'ye gitmeden önce İstanbul'da öldü. Bu durumda Mekke emirliğine adaylık bakımından Şerif Hüseyin'in önü açıldı. II. Abdülhamid Şerif Hüseyin'i atadı.[16][a][b] Amerika Birleşik Devletleri ve Filipinlerİspanya-Amerika Savaşı sonrası ABD, Filipinler'i İspanya'dan almıştı. Ancak Filipinliler İspanya gibi ABD'ye karşı da bağımsızlık savaşı başlattılar. 1899'da ABD Dışişleri Bakanı John Hay, ABD'nin Osmanlı Büyükelçisi Oscar Straus'tan, Sultan II. Abdülhamid'e, Filipinler'deki Sulu Sultanlığı'nda yaşayan (Moroların bir kolu olan) Müslüman Tausug halkının İspanyollara karşı Amerikan egemenliği ve askeri yönetimine itaat etmesi için halife olarak buyruk vermesi talebinde bulundu. Abdülhamid, Straus'un talebini kabul etti ve Mekke üzerinden Sulu'ya gönderilen bir mektup yazdı. Sonuç olarak, "Sulu Müslümanları ... isyancılara katılmayı reddettiler ve kendilerini ordunun kontrolü altına aldılar, böylece Amerikan egemenliğini tanıdılar."[17][18] ABD Başkanı McKinley, 56. ABD Kongresinin Aralık 1899'daki ilk oturumunda yaptığı konuşmada, Sulu Sultanı ile yapılan anlaşma 18 Aralık'a kadar Senatoya sunulmadığından, Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Abdülhamid'in Sulu Morosu'ndaki barışın sağlanmasındaki rolünden bahsetmedi.[19] Sultan Abdülhamid'in "pan-İslamcı" ideolojisine rağmen, Straus'un Sulu Müslümanlarının, Batı ile Müslümanlar arasında düşmanlık yaratmaya gerek duymadığı için Amerika'ya direnmemelerini söyleyen yardım talebini hemen kabul etmişti.[19] Amerikan ordusu ile Sulu Sultanlığı arasındaki işbirliği, Sulu Sultanı'nın Osmanlı Padişahı tarafından ikna edilmesinden kaynaklanıyordu.[20] Bu hususla ilgili bir ABD devlet görevlisi olan, John P. Finley şunları yazmıştır:
Halife konumundayken, Amerikalılar Filipinler'deki savaşları sırasında Müslümanlarla anlaşmalarına yardımcı olmaları için Abdülhamid'e yanaştı[23] ve bölgenin Müslüman halkı, Abdülhamid'in Amerikalılara yardım etmek için gönderdiği emre uydu.[24][25][26] Amerikalıların Moro Sulu Sultanlığı ile imzaladığı ve Saltanat'ın içişleri ve idaresinde özerkliğini garanti eden Kiram-Bates Antlaşması, aradan 5 yıl bile geçmeden, ABD'nin Emilio Aguinaldo'nun başlattığı bağımsızlık savaşında Filipinlileri bozguna uğratıp savaşın sona ermesi akabinde bizzat ABD tarafından Moroland'ın işgali ile ihlal edildi[27] ve Moro İsyanı (1899-1913)'nın patlak vermesine neden oldu. Şiddetli savaş 1904'te Moro Krateri Katliamı gibi Moro'daki Müslüman kadın ve çocuklara karşı işlenen vahşet eylemleri ile ABD'liler tarafından bastırıldı. Alman desteği ve Çin Boxer Ayaklanması'nda Osmanlı faaliyetleriÜçlü İtilaf - Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya - Osmanlı İmparatorluğu ile gergin ilişkiler sürdürdü. Abdülhamid ve yakın danışmanları, İmparatorluk'un bu büyük güçler tarafından eşit bir oyuncu olarak görülmesi gerektiğine inanıyordu. Sultan'ın görüşüne göre, Osmanlı İmparatorluğu bir Avrupa imparatorluğuydu ve Hristiyanlardan çok Müslümanlara sahip olmasıyla belirgindi. Zamanla Fransa (1881'de Tunus'un işgali) ve İngiltere'den (1882'de Mısır'da fiili kontrolün kurulması) gösterilen düşmanca diplomatik tutumlar, Abdülhamid'in Almanya'ya yönelmesine neden oldu.[28] Alman Kayzeri II. Wilhelm, İstanbul'da iki kez Abdülhamid tarafından ağırlandı; ilk olarak 21 Ekim 1889'da ve dokuz yıl sonra 5 Ekim 1898'de. (II. Wilhelm daha sonra 15 Ekim 1917'de V. Mehmed'in konuğu olarak İstanbul'u üçüncü kez ziyaret etti). Alman subayları (Baron von der Goltz ve Bodo Borries von Ditfurth gibi) Osmanlı ordusunun örgütlenmesini denetlemek için görevlendirildi. Alman hükûmet yetkilileri, Osmanlı hükûmetinin maliyesini yeniden düzenlemek için getirildi. Ek olarak, Alman İmparatoru'nun üçüncü oğlunu halefi olarak atama konusundaki tartışmalı kararında II. Abdülhamid'e danışmanlık yaptığı söylentisi vardı.[29] Ancak Almanya'nın dostluğu karşılıksız değildi ve çıkar üzerine kurulu yanı vardı; Almanya'ya yardımı karşılığında demiryolu ve kredi imtiyazları sağlanıyordu. 1899'da, önemli bir Alman arzusu olan Alman mallarının Orta Doğu ve Afrika bölgelerine rahatça satım ve dağıtımını da hedefleyen bu yönde gerek Alman ve gerek Osmanlı arzularının örtüştüğü Berlin-Bağdat Demiryolu'nun inşası Sultan tarafından kabul edildi.[28] Öte yandan bu ittifakı sınayan olaylarda ortaya çıktı. Bunlardan birinde Alman İmparatoru II. Wilhelm, Çin'deki sömürgelerinde Çinli Müslüman birlikleriyle sorun yaşadığından Sultan'dan yardım istedi. Boxer Ayaklanması sırasında, Çin Gansu Ordusuna bağlı Çinli Huili Müslümanlarından oluşan Kansu Braves (Gansu Cesurları) birlikleri, ülkelerini sömüren diğer Sekiz Devlet İttifakı güçlerinin içindeki Alman ordusuna karşı da savaştı ve onları da bozguna uğrattı. Müslüman Kansu Braves ve Boxer'lar, 1900 yılında Seymour Seferi'ndeki Langfang Muharebesi'nde Alman yüzbaşı Guido von Usedom liderliğindeki İttifak kuvvetlerini yendi ve Uluslararası Temsilcilikler Kuşatması sırasında kapana kısılmış İttifak kuvvetlerini kuşattı. İttifak kuvvetleri, Pekin Muharebesi'nde Çinli Müslüman birliklerle savaşmayı ancak Gazale Seferi'ndeki ikinci girişimde başardı. Kayzer Wilhelm, Çin Müslüman birliklerinin Boxer'larla birlikte bu başarıları karşısında o kadar telaşlandı ki Abdülhamid'den Müslüman birliklerin savaşmasını durdurmanın bir yolunu bulmasını istedi. Abdülhamid, Kayzer'in taleplerini kabul etti ve 1901'de Mirliva Hasan Enver Paşa'yı Çin'e gönderdi,[30] ancak o zamana kadar isyan bitmişti.[31][32][33][34][35] Sonuç olarak heyet kısa zaman sonra geri döndü. II. Abdülhamid, Avrupa uluslarına karşı bir çatışma istememekteydi ve Osmanlı İmparatorluğu, Alman yardımını almak için Çinli Müslümanlara Çin'den yabancı güçlerin atılması için mücadele veren boxer'lara yardım etmekten kaçınmaları yolunda Osmanlı halifesi sıfatıyla II. Abdülhamid tarafından bir beyanat yayınlandı ve bu beyanat İngiliz yönetimindeki Mısır ve Müslüman Hint gazetelerinde basıldı. Theodor Herzl ile görüşmesiYahudiler ve Hristiyanların Filistin'den toprak alıp satmalarına ilişkin yasaklar ve bu bölgede göçün engellenmesine yönelik tedbirler sadece II. Abdülhamid döneminde uygulanan tedbirler değildi. Bu yasaklar kimi zaman Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde de uygulanmaya çalışıldı. Osmanlı arşivlerinde 28 Mayıs 1851 tarihli bir bölge eyalet meclisi kararı, Müslümanların toprak satmaları yasak olduğu hâlde bu yasağa dikkat etmeyen görevlilerin hükûmete bildirilmesini istemekteydi.[36] Bâb-ı Âli tarafından Kudüs Sancağı'na gönderilen 13 Aralık 1857 tarihli bir başka yazıda yabancı uyrukluların Filistin'de hile ile arazi satın almayacaklarını belirtip bunun engellenmesini istemekteydi.[36] Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nda yine Abdülmecid zamanında 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi Osmanlı vatandaşı ve yabancı arasında hiçbir ayrım gözetmediğinden ve mevcut boşluklardan istifade eden yabancılar 1858 sonrası pek çok yerde arazi satın alabilmişti.[37] Yahudilerin Filistin'e yerleştirilmesini amaçlayan faaliyetlerde ilk olarak Theodor Herzl bulunmamıştı. Herzl öncesinde 2 talepte daha II. Abdülhamid'e bulunulmuştu ancak II. Abdülhamid ve Bâb-ı Âli bunları reddetmişti. Bunlardan biri 9 Ekim 1879'da İngiliz Parlamenter Laurance Oliphant'ın Osmanlı'nın dış borçlarını üstlenme karşılığında Ürdün-Lübnan-Kuzey Filistin arasında yer alan Belka sancağında 4.300 km2'lik alanda bir Yahudi yerleşim yeri kurulmasına izin verilmesine yönelik talebidir. 9 Mayıs 1880'de Meclis-i Vükelâ'da bu talep reddedildi.[37] Laurence Oliphant, 1882'de göçmen sıfatıyla Osmanlı topraklarına iltica edip Hayfa'ya yerleşti ve 1888'de orada öldü.[38] İkinci deneme ise Herzl'ın 1896'da Bâb-ı Âli ile ilk teması kurmasına da aracılık eden Sultan Abdülhamid için çalışan ve onunla iyi ilişkileri olan Polonyalı asilzade Philip Michael Ritter von Newlinski tarafından yapıldı. 4 Nisan 1881 tarihli Avrupa devletlerinin çıkar hesapları yüzünden ve mali durumun sıkıntıda olması sebebiyle zor durumda bulunan Osmanlı Devleti'ne, Yahudilerin kendilerine Filistin'de toprak verilmesi karşılığında yardımcı olacakları ve Yahudi iş adamlarının ellerinde bulunan Avrupa gazeteleri vasıtasıyla manevi destek sağlayacakları yönünde Newlinski'nin teklifi Bâb-ı Âli'ye bir rapor olarak iletildi fakat bu rapordaki teklif de değerlendirmeye alınmadı.[36] 1896'da Newlinski'ye ulaşan Siyonist lider Theodor Herzl onun aracılığıyla 1896'da II. Abdülhamid ve Bâb-ı Âli ile çeşitli temaslarda bulundu. II. Abdülhamid kendisi ile görüşmedi ancak Filistin'e Yahudilerin yerleştirilmesi konusundaki önerisini değerlendirerek kabul etmediğini ve bu konuda izin veremeyeceğini bildirdi. Bununla birlikte 29 Haziran 1896'da II. Abdülhamid tarafından Herzl'a üçüncü dereceden Mecidiye Nişanı verildi.[39] 1898'de Herzl, İstanbul'a gelip yine temaslarda bulundu. Newlenski'nın ölümü ardından bu sefer tartışmalı bir kişilik olan fakat buna rağmen çeşitli nedenlerle II. Abdülhamid'in yakınında bulundurduğu Arminius Vambery aracılığıyla 17 Mayıs 1901 tarihinde II. Abdülhamid ile görüştü. II. Abdülhamid ile görüşmesinden sonra tekrar ama bu sefer birinci dereceden Mecidiye Nişanı ile ödüllendirildi.[39][40][41][42] Konu hakkında Daily Mail gazetesine mülakat veren Herzl, görüşmeden duyduğu memnuniyeti vurgulayıp Yahudilerin II. Abdülhamid'den daha iyi bir dostu ve seveni olmadığını ifade etti.[40] Herzl daha sonra bir kez daha İstanbul'a gelip II. Abdülhamid ve Bâb-ı Âli ile görüştü.[39] II. Abdülhamid, belirli bir yerde toplu hâlde olmamak şartıyla Yahudilerin Osmanlı topraklarına gelmelerini kabul etti ancak Filistin'e yerleşim konusunda bir adım atmadı.[43] Herzl'in asıl isteği ise Yahudilerin doğrudan Filistin'e yerleşmesini sağlamaktı.[40][44] Bunun karşılığında da Osmanlı borçlarının önemli bir kısmını ödeyecekti. II. Abdülhamid, Yahudilerin dağınık bir şekilde Mezopotamya'ya yerleşmelerini teklif etti ancak bu teklif Herzl tarafından kabul edilmedi. Çünkü Herzl, ilave yerleşim yeri olarak Filistin, Hayfa ve çevresini istemekteydi.[40] Konu hakkında Osmanlı arşivlerinde bulunan belgeler de II. Abdülhamid'in Herzl'i huzurundan kovmadığını ve Padişah'ın Yahudilerin yerleşimi için Mezopotamya'yı teklif ettiğini, Herzl'in 1896-1902 yılları arasında İstanbul'a gelip Padişah ve Bâb-ı Âli ile görüşmeler yaptığını göstermektedir.[43][44] 1880 ve sonrasında Rusya ve Avrupa'da Yahudi aleyhtarı hareketler ve saldırılar sonucunda Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere, ABD ve Kanada gibi ülkelere büyük bir Yahudi göçü oluştu. Aliyah adındaki 1881-1891 yılları arasındaki ilk dalga göçmen akınında Rusya'dan 145.000 Yahudi; 1892 sonrası ikinci dalgada ise 500.000 Yahudi bu ülkelerin topraklarına mülteci olarak göçtü. II. Abdülhamid ve Bâb-ı Âli, Osmanlı uyruğu taşıyan Yahudileri kabul etmekle birlikte gelen Yahudi mültecileri de kabul etti ancak onları Aydın, İzmir gibi vilayetlere yerleştirdi Suriye ve Filistin topraklarına yerleştirmemek için tedbirler almaya başladı. Arazi Kanunnamesi'nde bir madde değiştirilerek 1883'te yabancı uyruklu Yahudilerin emlak satın alması yasaklandı.[38] Ancak bu sefer hileli yollarla Filistin ve Suriye'ye yerleşmeye başladıkları tespit edilince bununla ilgili de ek önlemler alındı.[36] Hatta, Hac için Kudüs'e giden bazı Yahudilerin izini kaybettirip buraya yerleşmeye çalıştıkları ortaya çıkınca bu defa Hac yönünden sürenin en fazla 3 ay olacağı bu sürenin geçirilmesi halinde ilgililerin mahalli otoritelerce topraklarından çıkarılmasına yönelik önlemler getirildi.[38] Ancak özellikle İngilizlerin Yahudilerin adına Filistin'de gayrimenkul alması gibi etkenlerden II. Abdülhamid'in Filistin'e yönelik çabalarının başarılı olduğu söylenemez. Çünkü 1908'de Filistin'deki Yahudi nüfusu 1876'ya göre tam 3 kat artarak 80.000 kişiye çıktı.[38] 1882'de 6 yerleşim yeri ile sınırlı olan 22.530 dönüm olan Yahudi arazisi 1900'de 218.170 dönüme ve 22 yerleşim birimli 705 çiftliğe çıktı.[37] 1908'de yerleşim yeri sayısı 33'e ulaştı.[38] II. Abdülhamid son olarak 31 Mart Olayı'nın hemen öncesinde 4 Nisan 1909'da olduğu gibi Kudüs'teki Masfara arazisi ve bir kısım arazilerin bedeli karşılığında veya bedelsiz hususi emlâkına kaydedilmesini de sağlayarak Filistin'den Yahudilerin arazi alımını engellemeye çalıştı.[36] II. Abdülhamid ardından Osmanlı arşivlerinden de görüldüğü kadarıyla, iddiaların[45] aksine belki çok kısa bir süre yasaklar gevşetilse de 20 Haziran 1909 tarihli Meclis-i Vükelâ kararı ve Filistin'de yabancılara toprak satışını yasaklayan kanun, 8 Kasım 1909 tarihli Hac için Filistin'e gelen Yahudilerin yerleşmelerinin engellenmesi tezkeresi, 11 Ocak 1914 tarihli sahte kimlikle Kudüs'te arazi satın alan Yahudilerin engellenmesi ve 25 Ocak 1914 tarihli Filistin'e gelen Yahudilerin uzun süre kalmasının engellenmesi yolunda Dahiliye Nezareti yazılarında olduğu gibi[36] özellikle Talat Paşa'nın da çabaları ile II. Abdülhamid'in koyduğu Filistin yasakları, aynen sürdürüldü ancak Filistin topraklarına Yahudilerin kaçak hileli usullerle yerleşmesi engellenemedi.[36][46] Alınan tedbirlere rağmen 1908-1914 arası dönemde de Yahudiler, Filistin'de Kudüs çevresinden çeşitli hileli işlemlerle 50.000 dönüm arazi aldılar ve içlerinde ileride Tel Aviv olacak şehrin de yer aldığı 9 yerleşim yeri daha kurdular.[44][46] Rus Konsolosu Rostkovski'nin öldürülüşü8 Ağustos 1903 tarihinde Manastır'da üzerinde resmî kıyafeti olmadan gezen Rus Konsolosu Rostkovski, karakol önündeki Osmanlı askerinin kendini selamlamadığını fark edince elindeki kamçı ile hiddetli bir şekilde, nöbet tutan askere yaklaşıp kendisini neden selamlamadığını sordu.[47] Türk kaynaklarının belirttiği üzere Rus Konsolos elindeki kamçı ile Osmanlı askerine vurdu. Konsolos'un dilini anlamayan ve azarlanan nöbetçi askeri tüfeğiyle ateş ederek Rus Konsolos Rostkovski'yi orada öldürdü. Yaşanan bu olay II. Abdülhamid'i endişelendirince sert tedbirlere başvuruldu ve Askeri Halim yargılandı. II. Abdülhamid mahkemeyi takip eden Hüseyin Hilmi Paşa'ya Rus Konsolos'un öldürülmesi nedeniyle iki Osmanlı askerinin idamının derhal uygulanmasını emretti.[48] Rus Konsolos'u öldüren Asker Halim ve yanında bulunan diğer nöbetçi asker olan Abbas da cinayeti önleyemediği için 4 günde tamamlanan yargılamanın ardından idam edildiler. Rus Konsolos'un Asker Halim'e küfrettikten sonra öldürüldüğünü söyleyen bir asker ise 15 yıl ve Tevfik adlı bir temizlik görevlisi de 5 yıl hapis cezası aldı. Ayrıca nöbetçi asker Halim'in bölük komutanı ile öldürülen Rus Konsolos hakkında kötü konuşan iki Osmanlı teğmeni de meslekten uzaklaştırıldı. Bölgede nahiye müdürü olarak görev yapan Hasan Tahsin Bey, Rus Konsolos'un nöbetçi askeri tokatlaması sonucu cinayetin işlendiğini belirtti. Bir subayın ifadesine göre ise Rus Konsolos, nöbetçi askeri elindeki kamçı ile dövmüş ve asker de bunun üzerine ateş etmişti. Manastır Rus Konsolosu Aleksandr Rostkovski'nin öldürülmesinin ardından Rusya, İğneada açıklarına donanma göndererek Osmanlı Devleti'ne ültimatom verdi.[49] Bulgar çetelerinin saldırıları, İlinden-Başkalaşım isyanları ve Mürzsteg Antlaşması1890'larda bir Bulgaristan Prensliği olsa da Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki Bulgarların ve Balkan devletlerinin talepleri bitmemişti. Makedonya ve Trakya'da pek çok örgüt kuruldu. Bunlardan biri Yüksek Makedon-Edirne Komitesi idi. Bu komite İlinden İsyanı öncesinde Pirin Dağı ve Gorna Djumaya "Yukarı Cuma" (Blagoevgrad)'da 28 Eylül-1 Kasım 1902 arasında gerçekleşen bir ayaklanmaya imza attı. Bulgar Prensliği büyük güçlerden gelen baskı nedeni ile ayaklananlara açık bir yardım yapmadı. Ayaklanma Hüseyin Hilmi Paşa yönetimindeki Osmanlı birliklerince bastırıldı. 2000'e yakın Bulgar çete mensubu Bulgar Prensliği'ne kaçtı.[50][51][52] Öte yandan Selanikli Gemiciler adı ile kurulan bir Bulgar militan örgüt Edirne Vilayeti, Makedonya ve Selanik'te otonomi veya Bulgaristan Prensliği'ne bağlanma ve bu amaçla büyük güçlerin dikkatini çekmek için bombalı saldırılarda ve terör eylemlerinde bulundular. Örgütün kurucularının çoğu Selanik Bulgar Erkek Lisesi mezunuydu. 1899'da Ermenilerle birlikte Abdülhamid'e suikast ve 1900'de ise Osmanlı Bankasının Selanik ve İstanbul Şubelerini havaya uçurmayı planladılarsa da planları ortaya çıktı.[53] 18 Eylül 1900'de Osmanlı polisi, patlayıcıları taşıyan bir grubun üyesini yakaladı ve daha sonra Merdjanov, Sokolov ve Pavel Shatev'in de aralarında bulunduğu tüm grup tutuklandı. 1903'te ise Selanik bombalamaları denen planı yaptılar. 28 Nisan 1903'te grubun bir üyesi olan Pavel Shatev, Selanik limanından çıkmakta olan Fransız gemisi "Guadalquivir"i dinamit kullanarak patlattı. Bombacı diğer yolcularla birlikte gemiyi terk etti, ancak daha sonra Üsküp tren istasyonunda Türk polisi tarafından yakalandı. Aynı gece, diğer grup Dimitar Mechev, Iliya Trachkov ve Milan Arsov, Selanik-İstanbul arasındaki demiryolunu tren geçişine yakın bombalasa da şans eseri lokomotife ve geçen bir trenin vagonlarından bazılarına zarar veren bombalamada hiçbir yolcu yaralanmadı. Ertesi gün, Selanik'teki büyük baskının başlaması için işaret, kentin elektrik ve su tedarik sistemlerini kapatmak için patlayıcılar kullanan Kostadin Kirkov tarafından verildi. Jordan Popjordanov (Orceto) adlı bir başka örgüt üyesi ise bir gemicinin daha önce bir tünel kazdığı bir Osmanlı Bankası ofisinin binasını havaya uçurdu. Milan Arsov, "Alhambra" Café'ye bomba attı. Aynı gece örgüt üyeleri Kostadin Kirkov, İliya Bogdanov ve Vladimir Pingov şehrin farklı yerlerinde bombalar patlattılar. Dimitar Mechev ve Iliya Truchkov, gaz üreten bir tesisin rezervuarını patlatmayı başaramadı. Mechev ve Trachkov, ordu ve jandarma kuvvetleriyle yapılan ve 60'tan fazla bomba kullanılan bir çatışmada kendi karargahlarında öldürüldüler. Jordan Popjordanov 30 Nisan'da öldürüldü. Mayıs ayında Kostadin Kirkov bir postaneyi havaya uçurmaya çalışırken öldürüldü. Görevi yerel valiyi öldürmek olan Zvetko Traikov, yakalanmadan hemen önce bombayı patlatıp üzerine oturarak intihar etti. Yine bu eylemlere destek niteliğinde Bulgar anarşist ve çetecilerinin başkaca eylemleri de oldu Budapeşte'den İstanbul'a giden günlük ekspres, 28 Ağustos'ta Kuleliburgaz yakınlarında havaya uçuruldu. 7 kişi öldü 15 kişi yaralandı. Avusturya-Macaristan nehir ve deniz buharlı gemisi Vaskapu'nun gemisinde ikinci terör eylemi 2 Eylül'de meydana geldi. Geminin patlaması, Tuna Nehri ile Karadeniz limanları arasındaki İstanbul'a kadar meşguliyetin olduğu gemilerle yolcu trafiğinin başladığı zamana kadar uzanıyordu. Örgüt üyesi Zahari Stoyanov'un yakın akrabaları olan saldırganlar kaptanı, iki subayı, altı mürettebatı ve 15 yolcuyu öldürdü ve gemiyi ateşe verdi. İvan Stoyanov ve Stefan Dimitrov patlamada öldü. 9 Eylül'de İstanbul limanına dört geminin patlatılarak saldırılması planlanmıştı: "Vaskapu"nun yanı sıra, bunlar Avusturya-Macaristan "Apollo", Alman "Tenedos" ve Fransız "Felix Fressinet" idi. Ancak Vaskapu'nun erken patlatılması nedeniyle plan başarısız oldu.[54][55][56][57][58][59] Örgüt, 1903'teki Selanik bombalamalarının ardından sıkıyönetim ilan edilip liderlerinin yakalanması, bir kısmının idam edilip bir kısmının tutuklanıp Fizan'a sürülmesi ile ortadan kaldırıldı. Bütün bunlar yaşanırken Edirne ve Makedonya'da özerk bir devlet kurmak amacıyla Osmanlı topraklarında İç Makedon Devrimci Örgütü (İMDÖ) adlı bir örgüt 1893'te kuruldu. Örgüt Osmanlı İmparatorluğu'na ve bölgedeki askerlerine karşı vur-kaç saldırıları vs. ile silahlı ve terörist bir mücadele içinde olup Bulgar Prensliği'nden yardım alır duruma gelmişti. Başlangıçta tüm Makedonya halkları için özerk bölge peşinde olan örgüt özellikle 1896 sonrası sadece Bulgarların çıkarlarını gözetir ve yaptığı gerilla müdahaleleri ile devlet içinde devlet olup halktan vergi alır hale bile geldi. 1903 yılının Ağustos ayında Makedonya, Trakya'da Yıldız Dağları'nda, Yunanistan'ın Makedonya kısmına gelen Osmanlı topraklarında ayaklanma çıkardılar. Yaklaşık 25.000'den fazla örgüt militanı, üyesinin dahil olduğu silahlı ayaklanma Kasım ayında ancak bastırılabildi. 30.000'den fazla kişi Bulgaristan Prensliği'ne kaçtı. Ayaklanan çetecilerden bazıları Istranca Cumhuriyeti, Kruşevo Cumhuriyeti diye bir geçici devletçikler bile kurmaya çalışsa da buraya sevk edilen Osmanlı birlikleri bunu engelledi. Ancak pek çok köy çatışmalarda harabeye döndü.[60] Bu çatışmalara ve yapılanlara karşın Bulgar tarafı ve İMDÖ üyeleri, Osmanlı Devleti'ne köy yakma ve katliam yapma, zorla tehcir, tecavüz gibi suçlamalarda bulundu. İsyanların bastırılması sırasında Osmanlılardan 5328 asker öldü. Bununla birlikte İMDÖ isyan başladıktan sonra özellikle Bulgaristan'dan askeri yardım talebinde bulunup müdahale etmesini istediyse de Bulgaristan bu konuda yardım edemeyeceğini belirtti. Sırbistan ve Karadağ'dan beklenen yardımları alamadı, bastırılması akabinde kendi milis dediği güçlerini feshetmek zorunda kaldı. Ekim 1903'te Rus Çarı ve Avusturya-Macaristan İmparatoru Mürzsteg Av Köşkü'nde bir araya geldiler ve görüşmeler sonrası Osmanlı İmparatorluğu'na Makedonya'daki sorunları çözmesi ile ilgili bir ortak muhtıra gönderip reform yapmasını istediler. Büyük güçlerin baskısı ile II. Abdülhamid Kasım 1903'te Mürzsteg Muhtırası'nı dikkate alacağını bildirip, Rumeli'de Hristiyan halk üzerinde reformlar yapmaya karar verdi. Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkan toprakları ve Makedonya'daki egemenliğini tehdit etmesine karşın II. Abdülhamid'in muhtırayı kabul edeceğini bildirmesi ile Mürzteg muhtırası Mürzsteg Antlaşması halini aldı.[61] Bu Mürzsteg Antlaşması'nda Rus Çarı ve Avusturya Macaristan İmparatoru, Osmanlı Makedon vilayetlerinde yönetim, yargı ve yerel jandarma reformunu denetlemek üzere bir Rus ve bir Avusturya-Macaristan sivil temsilcisinin atanmasını talep etmekteydi. Bütün bu reform yapacak kurumlarda Hristiyanlar yer alacaktı. Kasım ayında Abdülhamid'in teklifi kabul etmesinden sonra, Rusya N. Demerik'i ve Avusturya G. Müller'i temsilci olarak seçti. Temsilciler 1904'ün başlarında Makedonya Başmüfettişi Hüseyin Hilmi Paşa'nın emrinde çalışmaya başladılar. Mürzsteg programı uyarınca her büyük güç, her ilde jandarma reformundan sorumlu Osmanlı yetkilisine bir danışman memur atadı. Avusturya-Macaristan, Selanik Sancağı'na; Rusya, Üsküp Sancağı'na; Fransa, Serez Sancağı'na ve İngiltere, Drama Sancağı'na bir danışman atadı.[61] Makedonya'daki Bulgarların yaşadığı topraklarda Avusturya ve Rusya tarafından daha önce atanmış ajan siviller ile birlikte bölgenin maliyesinin düzenli bir şekilde işlemesini kontrol edilmesine yönelik uluslararası mali komisyon kurularak mali kontrol de öngörüldü. Osmanlı Devleti buna karşı çıktı ve diplomatik süreç bu yönden tıkandı. Bunun üzerine 26 Kasım 1905'te Midilli, 5 Aralık 1905'te Limni adaları İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya başta olmak üzere 5 büyük devlet donanmasının işgaline uğradı ancak Osmanlı Devleti'nin şartları kabulü ile işgal sonlandırılabildi.[62] Ancak Rus-Japon Savaşı'ndaki (1904-05) yenilgiden sonra Rusya, Balkanlar'daki etkisinin çoğunu kaybetti. Bu arada Avusturya-Macaristan iyice Osmanlı tarafına çekildi. Avusturya-Macaristan, 1907'de antlaşmadaki yargı reformlarını desteklemekten vazgeçti ve Osmanlı yetkilileri de mali reformlarda direniş gösterdi.1908'de II. Abdülhamid, Mitroviça'dan Selanik'e, Avusturya-Macaristan'ın lehine ve Mürzsteg Anlaşması'nı ihlal etse de bir demiryolu inşasını onayladı. Avusturya-Macaristan'ın bunun gibi diplomatik ekonomik manevralarla iyice Osmanlı yanına çekilmesi ile sonrasında Osmanlı hükûmetinin Mayıs 1909'da Makedonya'daki Uluslararası Mali Kontrol Komisyonunu kapatmasıyla anlaşma resmen iptal edildi.[61] Notlar
Kaynakça
|